Hz Adem Hz Havva ve yasak meyve

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Hz. Adem ve Yasak Meyve



A-Hz. Ademin yaratılışı ve ilk yaratılıştaki vücudunun mahiyeti


Hz. Ademin topraktan yaratıldığı hususunda umumi bir ittifak vardır. Şimdiye dek gördüğümüz tüm kaynaklarda Hz. Adem'in kurumuş saf topraktan yaratıldığı ifade edilmekte. Bu hususta Rahman Suresi 13. ayeti yorumlayan Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde şu izahı yapmakta: “Fagfur gibi bir selsâlden insanı yarattı(Rahman, 13) - SALSAL, tıngır tıngır ses veren kuru çamur, FEHHAR, iyi pişkin saksı, ya'ni fağfur gibi çin çin ses verecek kadar kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktan ki insanın ilk menşei budur. Arz hareketi şems karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah tealâ ondan tavırdan tavra bir sülale ıstıfa ederek insanı yarattı.”


Demek ki Hz. Ademin ilk yaratılışındaki madde kuru, pişmiş, içinde hiç su ve başka sıvı olmayan bir madde, yani vurulunca tın tın öten kupkuru bir toprak. Bu noktada bu ilk vücut ve cismin maddi yapısının bu günkü bizlerde olan maddi vücut ve cisimden bir miktar farklı olduğunu anlıyoruz. Elbette ki, öncelikle cennete yerleştirilecek olan bir cismin o hayat tarzına uygun olması hikmet gereğidir. Yani Hz. Adem cennette meskun olacak ise maddi yapısının da cennetteki hayata uygun ve münasip olması gerekir.


Bu husus bir ayet-i kerime ile bildirilmiştir:


“Ve düşün o vaktı ki: Melâikeye "Âdem için secde edin" dedik, hemen secde ettiler, ancak iblîs dayattı . Bunun üzerine biz de ya Âdem dedik: haberin olsun bu sana ve zevcene düşmandır, sakın sizi Cennetten çıkarmasın ki sonra bedbaht olursun. Çünkü sen orada acıkmazsın, çıplak kalmazsın . Ve sen orada susamazsın ve Güneşte yanmazsın (Taha, 116-119) “


Cenab-ı Hak Hz. Ademi cennete yerleştirdikten sonra onu ikaz ediyor ve ona cennet hayatı ile ilgili mühim bir haber veriyor. Orada acıkmayacağını, susmayacağını, çıplak kalmayacağını ve güneşte yanmayacağını bildiriyor. Demek ki Hz. Ademin ilk yaratılıştaki vücudu susamayan, acıkmayan, örtülü, güneşten yanmayan, yani ısı ve ışıktan etkilenmeyen bir mahiyete sahip bir vücut. Yani cennet hayatına tam uyumlu bir vücut.


Hz. Ademin cismi ile ilgili ilginç bir ayrıntı da Hadislerde bildiriliyor:


“Allah, Adem (a.s.)’ın bedenini yaratıp bıraktıktan sonra iblis dolaşıp ona bakmaya başladı. Vaktaki onu içi boş gördü, “Bu kendine sahip olamaz, benim için kolay ele geçirilebilir bir yaratık” dedi.(Ramuzu-l Ehadis, s.352)”


Sahih kaynaklarda geçen bu hadis-i şerife göre Hz. Ademin maddi bedeni inşa olunduktan sonra bir süre meleklerin ve iblisin önünde öylece bırakılmış. Melekler merak etmelerine rağmen, orada yatan cisme yaklaşmaktan çekinip korkarlarmış. Ancak İblis yerde yatan vücudun etrafında dolaşır, bazen cisme vurur, bazen de ağzından girip cismin içini dolaşırmış. Cismin içinin boş olduğunu görünce kendi kendine bu rakibe karşı galip geleceği zannına kapılırmış. Hatta merak ve tereddütle meseleye dikkat kesilen meleklerin de korkularını gidermeye çalışırmış.(bkz. İslam Tarihi 1. cilt.)


Burada önemli bir ayrıntı var:O da Hz. Ademin ilk yaratılıştaki vücudunun içinin boş olması. Bunun anlamı şu:Demek ki, Hz. Ademin ilk yaratılışındaki vücut yapısı bu dünya şartlarındaki vücut yapımıza sahip değildi. Yani vücudunda su, kan, iç organlar, kalp, ciğerler, sindirim sistemi ve üreme sistemi gibi temel organları yoktu. Kupkuru bir vücudu, cennete layık bir beden ve cisim yapısı vardı.


Risale-i Nurda bu konuda ilginç bir tanım vardır:


“...nur ve nur kabiliyetinde ve evliyâ kalblerinden daha latîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medâr ve cihâzâtının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.)..(Sözler,s.520)” ve “Acaba latîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhâlif görünür?(Sözler,s.524)” ve “...elbette nurânî kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet...(Sözler, s.463)” ifadeleri ışığında Hz. Ademin de cesed-i necmi gibi latif bir cisme sahip olduğunu anlıyoruz. Üstelik bu beden ve cesede ruh üflendikten sonra ruh ve hayal süratinde bir hareket kabiliyeti ile donatılmış bir cennet hayatına da sahip olduğunu yine yukarıdaki nakiller doğrultusunda kolaylıkla söyleyebiliriz.


Demek ki, Hz. Ademin kuru balçıktan yapılmış cismine ruh verildikten sonra çok daha üst düzey bir hayat sahip oldu. Yani Hz. Adem cennette günümüzde yaşadığımız zaman- mekan sınırlarının çok daha üstünde bir hayat tarzına sahipti. Bizlerin yaşadığı dört boyutlu bir alemden çok daha fazla boyutlu bir hayat yaşıyordu. Zira melekleri ve şeytanı doğrudan görebiliyor, onlarla konuşup, söylediklerini anlayabiliyor;acıkma ve susama olmaksızın cennet elbisesi ile örtülmüş, ısı ve ışıktan etkilenmeyen bir hayat boyutu ile yaşıyordu. Vücut yapısındaki zerreler ışıktan hızlı titreşiyor, kendisi ışıktan hızlı, ruh ve hayal süratinde hareket edebiliyordu. Yediğini sadece lezzet için yiyor, yediklerinden rahatsız edici şeyler zuhur etmiyordu. İşte Hz. Ademin ilk yaratılıştaki ruh ve vücut yapısı böyle idi.


Konuyu kısaca özetlersek:


Hz. Adem'in vücut yapısının mahiyeti:


1-Kupkuru topraktan yapılmış bir vücut yapısı.


2-Maddi organları olmayan zar veya membran tarzında latif maddi bir suret ve vücut.


3-Fiziki şartlardan etkilenmeyen, acıkmayan ve susmayan bir cisim.


4-Işıktan hızlı hareket edebilen bir hayat.


5-Zaman ve mekan boyutunun ötesinde beş ve üstü boyutta, yani çok boyutlu bir hayat tarzı.




B-Hz. Havva'nın yaratılışı




Hz. Ademin yaratılması, meleklerin imtihanı, isimlerin öğretilmesi, meleklerin secde edip İblisin secde etmemesi ve İblisin cennetten kovulması süreci sonrasında; Hz. Adem cennete yerleştirilir. Hayat tarzı, vücut yapısı ve yaşayış şartları cennet hayatına uygun bir tarzdır. Hz. Ademin cennette yaşamaya devam ederken mühim bir hadise olur ve Hz. Havva yaratılır. Hz. Havva'nın yaratılışı da ulema arasında çokça tartışılmış. Ancak mühim bir ittifak noktası Hz. Havva'nın Hz. Ademden yaratıldığıdır. Hatta eğe kemiğinden yaratıldığı tarzında mecazi ifadeler ve rivayetler de var. Belki eski devirlerde ilim ve fen bu günkü düzeye gelmediği için bazı izahlar eksik kalmış olabilir. Ancak günümüz bilim ve fen ışığında meseleye bakacak olursak Hz. Havvanın yaratılışı konusunda iki mühim tanım yapılabilir:


1-Hz. Havva klonlama veya kopyalama yöntemi ile Hz. Ademden yaratılmış olabilir.


2-Günümüz teknolojilerine göre, bilhassa Kuantum teorilerine göre, üst boyutlarda yaşayan insanlar maddenin mahiyetine müdahale edebilir, maddeyi kopyalayabilir, şuur ve bilinç yolu ile maddeyi şekillendirebilir. İşte bu duruma göre Hz. Adem arzu ve isteği ile kendine bir eş istemiş ve Allah da bu eşi yaratmıştır. Kuran verilerine göre Hz. Havva'nın Hz. Ademe nispet edilmesi zihinlere böyle bir tanımı ilham ediyor. İlim ve fendeki gelişmelerle ileri zamanlarda daha farklı ve net tanımlar yapılabilir.


Sual:Hz. Adem ilk yaratıldığında cinsiyet özelliklerine sahip miydi? Ya da Hz. Adem erkek, Hz. Havva bayan mı idi?


Cevap:Bu konuda net bir tanım yok. Ancak cennet üreme yeri olmadığı sırrı ile ve Hz. Adem ile Hz. Havva'nın ilk yaratılışta dünyadakine benzer bir vücutları olmadığı için cennet hayatı süresince cinsiyet durumları net olmadığı görülüyor. Belki zahiri görüntü ve suretleri bay ve bayan şeklini andırsa da, mahiyet itibari ile onlar cennette bir arkadaş, bir eş hayatı sürdürüyorlardı, anne baba tarzı değil. Kur'an'ın bize bildirdiğine göre bu kabiliyet, yani cinsiyet durumu yasak meyve yendikten sonra ortaya çıkacaktır. Bu konu izah edilecek.


C- Hz. Ademe ve Hz. Havva'ya ağacın yasaklanması ve yasak ağacın mahiyeti.


Hz. Adem ve Hz. Havva cennete yaşamaya başlarlar. Cenab-ı Hak onlara cennetin her türlü nimetinden istifade edebileceklerini emir buyurur. Ancak bir ağaca yaklaşmalarını yasaklar. Kur'an'da bu husus şöyle bildirilir:


“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.(Araf, 19)”


Evet, cennet çok güzel ve ferah bir yerdir. Her türlü meyve ve lezzet oradadır. Fakat yine orada bir ağaç ve onun bir meyvesi vardır. Allah o ağaca yaklaşmayı her ikisine de yasaklamıştır. Bakara, Taha ve A'raf surelerinde geçtiği itibari ile Allah o ağaca “yaklaşmayı” yasaklamıştır. Ancak Taha Suresindeki habere göre yasak işleminin çiğnenmesi ve hata vuku bulması o ağaçtaki meyveyi yemek sureti ile gerçekleştiği anlaşıyor. Bu noktada ise latif bir mana kendini gösteriyor. Şöyle ki:Yasaklanan bir ağaç vardır ve bu ağacın da karşı konulmaz derecede bir meyvesi vardır. Hz. Adem ve Havva bu ağaca yaklaştıkları taktirde o meyvedeki cezbe onların iradesini yemek yolunda sarf etmelerine neden olacaktır. Zira meyve çok etkili bir çekim özelliğine sahip, çok kıymetli bir meyvedir.


Meyve insan ve insan nesli için o kadar değerli ve kıymetlidir ki, Allah'ın yasak emrinde de bu açıkça görülür. Zira Cenab-ı Hak daha işin başında ağacı ve meyveyi yasaklamak yolu ile Hz. Adem ve Havva'nın meyveye karşı istek, arzu, merak duygularını tahrik etmiştir. İnsan psikolojisine göre yasaklanan bir hususa dikkat, merak ve ilgi artar.


İşte orada bir ağaç ve ağaç üstünde çok garip bir meyve vardır. Cennetin her türlü nimetlerinden istifade ederlerken niçin bu meyve yasaklanmıştır? Bunu yasaklamaktan amaç ve hedef nedir? Üstelik meyvede hem Havva, hem de Ademin his ve duygularını kendine çeken çok ilginç bir cezbe ve çekim hali vardır. Hem yasak, hem şiddetli bir cezbe nasıl bir haldir? İşte böyle bir duygu etkileşimi içinde yasak meyve ile cennetin bu iki mühim insanı arasında gizli ve kopmaz bir bağ oluşur. Bundan sonra İblis devreye girer ve malum sonuca doğru bir seyir gelişir.


Peki bu ağaç ve meyvesi nedir?


Bu hususta çok değişik izah ve yorumlar var. Elma diyenler, buğday diyenler olmuş. Başka bitki ve ağaçlara da bezetenler de var. Ancak bu ağaç ve meyvesinin günümüz verilerine göre tekrar bir izaha tabi tutulması zarureti kendini gösteriyor. Çünkü bu konu tam olarak açıklığa kavuşmamış. Bu noktada Risale-i Nur ve günümüzdeki ilim ve fen noktasındaki gelişmeler ışığında farklı bazı yorumlar yapılabilir.


Öncelikle “şecere”, yani ağaç konusunu ele alalım. Şecere Arapçada ağaç manasına geliyor. Ancak bu kelime sadece ağaç şeklinde tanımlanmamış. “Bir kişinin ya da bir ailenin en uzak atasından başlayarak bütün bireyleri gösteren çizelge, soy ağacı. Hayat ağacı. Bir neslin soyunun yazılı olduğu çizelge” şeklinde de tanımlar yapılabiliyor. Risale-i Nurda ise şecere doğrudan yaratılış ile ilişkilendirilmiş. Hz. Üstad bir çok yerde bu tabiri kainatın, insanın, mahlukatın yaratılışı manasında kullanmış.


Bu konuda bir çok ifade var, üç adedini nazarlara sunuyoruz.


Birincisi:


“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. (Sözler, s. 531)”


İkincisi:


“İşte, Sâni-i Mevcudât, bütün mevcudâtta intişâr eden tecellî-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir aynada görmek ve bütün enva-ı cemâlini Ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakàik-ı esâsiyesini istiâb edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı... (Sözler, s. 526)”


Üçüncüsü:


“Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zîrâ kalem-i kudret âlemin kitâb-ı kebîrinde ne yazmış ise, icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır; kalem-i kader dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir. (Sözler, s. 256)”


Bu ifadelere göre şecere bir yaratılış ağacıdır. Ve bu ağacında da tüm genetik şifrelerinin yazıldığı bir meyvesi ve meyvesinin de bir öz ve çekirdeği var. Bu günkü bilim verilerine göre bir ağacın tüm program ve özelliklerinin meyvesinde ve meyvesinin çekirdeğinde yazılmış olduğu görülür. Genetik bilimi ve DNA keşifleri bunu bize çok açık ve net bir şekilde bildiriyor. İşte cennetteki o yaratılış ağacının da bütün genetik şifrelerinin meyvesinde yazılı olduğu aklen ve hikmeten sabit olur.


Peki cennetteki yasaklanan ağaç nedir?


Yukarıdaki ifadeler ışığında o ağacın bir yaratılış ve soy kütüğü ağacı olduğunu ifade etmek akla ve hikmete çok aykırı bir ifade tarzı olmaz. Evet, o ağaç bir yönü ile insanlığın yaratılış ağacıdır. Belki de insanlığın soy kütüğüdür. İnsanlığın tüm şifre ve özelliklerini ihtiva eden bir ağaçtır. Meyvesi ise tüm insanların genetik şifrelerinin yazılıp kodlandığı harika bir meyvedir. İnsanlığı ebede kadar ilgilendiren tüm hususların kaydedildiği, kainatın tümünü ilgilendiren diğer meyvelere benzemeyen nurani bir meyvedir. İşte bu nedenle Hz. Adem ve Havva için karşı konulmaz bir cezbeye sahipti bu meyve. Bu cezbenin özü de hiç kuşkusuz Resul-u Ekremin genetik şifresindeki nuraniyet cezbesidir. Meyve yendikten sonra yaşanan haller bu manalarını güçlendiren hallerdir.


Zira meyvenin yenmesinin ardından cismi, bedeni ve fiziki haller değişmeye başlamıştır. Bu konudaki bazı haberlerde meyvenin yarsını Hz. Havva, yarsını da Hz. Ademin yediği ifade edilmekte. Belki de bu meyve bir dala bağlanmış çatallı bir meyve idi, Hz. Havva kendi payını, Hz. Adem de kendi payını yedi. Kur'an'ın bildirdiğine göre ikisinin aynı anda meyveyi yemesi böyle bir durumu açıklıyor olabilir. Zira Taha Suresinde, “Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler” ayeti meyvenin aynı anda yendiğine işaret ediyor olabilir.


Hz. Adem ve Hz. Havva tüm insanlığın genetik şifresinin kodlarını taşıyan bu meyveden kendi paylarına düşen kısımlarını yedikten sonra vücutlarında bir şeyler değişmeye başladı.


Şöyle ki:


1-Yasak meyve diye ifade edilen genetik şifre her birinin vücuduna girince fiziki süreç başladı. İlk kuantlaşma, yani dünya hayatına uygun bir maddeleşeme süreci başladı. Vücut yapılarında değişiklik nedeni ile cennet hayatı arasında ilk farklılaşma da böylece başlamış oldu. Zira cennet elbiselerinin vücut üzerinden kalkması buna işaret eder. Çünkü Hz. Adem ve Havva için beş ve üstü boyutlu bir hayat tarzından zaman- mekan boyutuna, yani dört boyutlu dünya hayatına doğru bir değişme başlamıştır.


2-Yasak meyve içindeki genetik kodlar Hz. Adem ve Havva'da maddi bir süreci başlatmış bir reaksiyonlar zinciridir sanki. Bundan sonra maddi vücut yapısı teşekkül etmeye başlamış. İç organlar, kalp ve solunum ve dolaşım sistemi yaratılmış ve süreç sindirim ve üreme sistemi ile tamamlanmıştır. Bunu da dış ortamda ilk gözüken organların üreme organları olmasından anlıyoruz. Zira Kur'an'ın tabiri ile, meyve yendikten sonra “ayıp yerleri” (üreme organları) ortaya çıkmıştır.


3- Yasak meyve tabir edilen genetik şifrelerin vücuda alınması ile cinsiyet teşekkül etmiştir. Dikkat edilirse aynı anda Hz. Adem ve Havva kendi paylarına düşen meyveyi(ister yarım, isterse başka bir şekilde olsun) yemiştir. Bu fiil neticesinde Hz. Ademde zükûret , yani erkeklik kodu; Hz. Havva'da ise ünûset, yani kadınlık kodu genetik olarak işlenmiş, yani insanlığın üreme kodları farklı iki vücuda yerleştirilmiştir. Kadın ve erkek arasındaki cezbe de bu noktadan ileri gelmektedir. Tek dala bağlanmış bir meyveden iki parça yendiği için bu meyvenin tek olmasından dolayı bir çekim ve cezbe hali mevcuttur.


4- hz. Adem ve Havva'da dünya hayatını yaşamaya uygun maddeleşme süreci ile ilk hata ve yanlışlık yapma kabiliyeti ortaya çıkmıştır. Zira bu meyve yasaktır. Netice ne olursa olsun Allah bu meyvenin yenmesini yasaklamıştır. Meyvenin yenmesi Allah'ın emrine karşı gelmek demektir. Bu da hata ve yanlış bir fiilin işlenmesi anlamına gelir. Burada dikkat çekici bir sır vardır. Demek ki hatalar ekseriyet itibari ile maddi haller ve yaşayışlar neticesinde ortaya çıkmaktadır.


5-Maddi hatalar itibari ile Allah'ın güzel isimlerinin tecelli etmesi de bu süreç ile başlamış oluyordu. Zira yapılan bu yanlış ve hatadan dolayı Cenab-ı Hakkın güzel isimleri tecelli etmeye başlamış, daha yasak meyvenin yenmesi ile birlikte Settar ismi tecelli etmiş ve Hz. Havva ile Hz. Adem cennet yapraklarını alarak ayıp yerlerini örtmeye, Allah'tan utanmaya, haya etmeye başlamışlardı. İnsanlığın genetik şifresini taşıyan yasak meyve yenmese maddi süreç başlamayacak, maddi süreç başlamasa hata yapılmayacak ve hata yapılmaz ise Allah'ın bazı simleri tanınıp bilinmeyecekti. İlk anlarda Settar isim tecellisi ile birlikte Gaffar, Rahim, Tevvab, Rauf gibi isimler de tecelli etmeye başlamış ve Hz. Ademin mühim bir vazifesi olan Allah'ın güzel isimlerine ayna olmak hususu böylece gerçekleşme yoluna giriyordu.


D-Hz. Adem ve Havvayı yasak meyveyi yemeye sevk eden sebepler


Bu kısa yazımızı insanlığın anne ve babasını yasak meyveyi yemeye sevk eden mühim bir sebebi nazarlara sunarak bitirmek istiyoruz.


Bu hususa Kur'an'da şöyle dikkat çekilir.


“Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”


Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.


Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi. (Taha 120-122)”


Mezkur ayetlerde dikkat çekildiği üzere Şeytan Hz. Adem ve Havvayı ebedi yaşamak düşüncesi ile aldatmıştır. İşin aslında bu aldatma tamamıyla da yanlış bir haber ve bilgi değildir. Zaten o ağacın meyvesinde bir ebediyet duygusunu, bir ebediyet cezbesini Hz. Adem de hissetmiştir. Şeytanın da böyle bir bilgiyi bildiği, en azından tahmin ettiği görülmektedir. Burada Şeytanın maksadı Ademin meyveyi yiyerek Allah'a isyan etmesini sağlamaktır. Bu sayede onun da cennetten kovulacağını zannederek, güya ondan intikam almış olacaktır. İşin aslında insan için ebediyet yolu bu yasak meyvenin yenmesi ile açılmıştır. Bilgi doğrudur, ancak fiil bir hata sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Demek ki insan için ebediyet yolu belli başlı hatalar sonucunda ortaya çıkacaktır. Hata yapılacak ki doğru bulunsun, günah işlenecek ki af vuku bulsun, ölüm görülsün ki ebediyetin değeri bilinsin. İşte insanlığın tüm terakkisi bu yolla olmuştur ve olmaktadır da...
 

Börükan Tatar

Aktif Üye
Katılım
13 Eyl 2018
Mesajlar
145
Tepkime puanı
20
Puanları
0
Konum
Altaylar
Sümer Tabletleri 6000 yıllıktır ve bu tabletlerde Anunnakilerin topraktan yarattığı Adamu (Adem) ve onun kaburga kemiği yani Dna ile meydana getirilen Tiamat (Havva)'dan bahsedilir. İtaatsizliklerinden dolayı Dünya'ya kovuldukları ve Tiamat'ın yürek şeklindeki kıtaya Abzu'ya yani Afrika'ya Adamu'nun da Hint Okyanusu civarında bir yere gönderildiği ve belli müddet sonra bir yerde buluştuklarından, tiamat'ın (Havva) 20 kez ikiz doğuduğundan ve insanlığın hızlı bir şekilde çoğul doğumlarla nüfusunun arttığından bahsedilir.

Sümer Tabletlerinde yazanlar tanıdık geldi mi? İslamdan 4600 yıl önce yazılmış ve genetik bilimci Anunnakilerden bahseden bu tabletlere de İlahi bir kaynak diyebilir miyiz?
 

Ebu Computer

Bilgili Üye
Katılım
10 Ocak 2017
Mesajlar
218
Tepkime puanı
300
Puanları
9
Hazreti Adem ve Havva'dan Kuran-ı Kerim dışında Tevrat İncil'de de bahsedilir.

Tevrat ve İncil her ne kadar tahrif edilmiş olsa da hanif kalıntılar var.

Konuya dönecek olursak 6000 sene önceki kaynaklarda Hazreti Adem ve Havva'dan bahsedildiği söylenmiş.

Benim konu ile ilgilendiğim nokta şurası Hazreti Adem hangi dönemde yaşadı.

Zira 200.000 sene önceye tarihlenen insan kalıntıları var.

Hatta hatta daha eski tarihlere...
 

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Hz. Hızır - Deccal



Armageddon Savaşları İLERİDE (Kıyamet alametlerinin birer birer kesin ortaya çıkması sırasında) oluşacaktır.


Zaman içinde barometre gibi ileri geri gidebilmektedir Hızır! Zamanda Zig-Zag çizmektedir. Yani Arş'ın Zeğ-Zağ kesitini kullanabilmektedir. Bu kesit Arş'ın 7 katmanının alemlere (Hiper Uzay vb.) bakan TABANIDIR. Orada bulunan dev “matrix”in (Vefk Kübü) adı Levh-i Mahfuzdur. Hızır sadece bizim evrenle ilgili (ışıyan) bölümlere yani zaman bloklarına girmektedir. Oradan girince-örneğin-beşikte öldürdüğü çağdaki ya da Musa ile buluştuğu ÇAĞA direkt düşmektedir.


İşte orası uzay-zaman kapısı (Corn Hole) tüneli görevi yapmaktadır. (11 boyutlu membranın damar/arter gibi yuvarlandığı kuantum evren tüneli) Oradan Hızır DİREKT/dolaysız olarak girmektedir. Yani Levhi Mahfuz'daki bir AYDINLANAN kapıdan içeri girerek, onun SONUÇ ucundan o zamana çıkmaktadır. Buna uzay-zaman yürüyümü diyoruz. Levhi Mahfuz'daki tek TANIK RESUL'dür o... Levh-i Mafuz'a girdiğiniz anda (Bunu Hızır’dan başkası bugüne kadar asla yapamadı (Cebrail bile orayı hiç görmedi) otomatik olarak Levh-i Mahfuz Nefhi Sur (Corn Hole)'a üfler. Oradan dünyadaki seçilmiş uzay-zamanın "SONUÇ ucuna" çıkarsınız. Bu hem zamanda ileri (Zig) hem de zamanda geri (Zag) olarak yapılabilmektedir.


Şimdi Hızır'ın "SON" anına bakalım: Adı Armegeddon Savaşı: Armagedon da deniyor. Bu savaşın özü şudur: Numara sırasıyla:


1. Evrenin sıcaklığı sıfır Kelvin dereceye en yakın olacak biçimde GENİŞLEMEye ulaşmıştır. Bu evrenimizin karakteristik ikizi (Negatif evren) de aynı anda ve aynı süreç ile genişlemektedir.
2. İki evren balonu birbirine bir TEĞET noktada, yani tek bir KAPIDA değerler. Bunun da anlamı "İçerikleri" birbirine karışır. Bu da evren tarihinde ilk kez olmuş/olacak bir fenomen. Bir başka evren MALZEMESİ bu kapıdan transfer edilmektedir. O kapının adı Şi'ra'dır. Yani bir DİĞER BİLİNÇLİ EVREN YARATIĞI kapısı...


Oradan Şu'r denen bir varlık bizim evrene transfer olur. Şuurlu/bilinçli anlamında bir kelime... Bu yaratığın adı bütün Kur'an öncesi kutsal kitaplarda "Deggal"dir. Ve bu yaratık kendi evreninden (Negatif ikizimiz) bizim evrene (Bu pozitif ikizine) geçtiğinde kendi negatif kategorisinden getireceği malzeme ile bizim içeriğimizden "Mucize" diyebileceğimiz (Aslında istidrac) yeni BİLEŞİMLER üretebilecek. Ve onun arkasına bütün dünya takılacak.


Düşünün: Size bir CENNET yapıp sunabiliyor. Ama o Cennet’te ağaçların kimyası kendi özdeşi olan SİLİSYUM bileşikleri ve de insana çok zararlı olan NİŞADIR! Nişadır su görünümündedir. Nişadırı "Kara kana içmeye kalkan" Cehennem’e girmiş gibi olur. Bunlar VİZYON, serap vb. değil! GERÇEK bir malzeme! Hologram da değil! Gerçek oğlu gerçek malzeme...


Ama bu malzemede tersinir bir işlem vardır: Öteki negatif evren dokusu ve kimyası ile bizimkini birleştirip YEPYENİ bir şeyler (Sahte Cennet’ler gibi) yepyeni malzemeler ürettiğinizde bunların ZEHİR'den öte bir etkisi yoktur (Aslında zaknabut deniyor).


Ağaçların özsuyu ASİT, yani sebzeleri yemeye kalkmayınız! Çünkü malzeme MELEZ! O bir ELMA ama, suyu ASİT! Bir karpuz ama suyu tamamen ASİT! Yani H2O değil, nişadır vb. Ve insanlar o yaratığın peşinden gidecekler! Sahte Cennet’lerinin peşinden! Deccal'in (Geddon) askerleri Army/Armada/Walhalla-Şira kapısındaki Deccal işbirlikçisi filolar ve yeryüzündeki Siyonizmin yaşamak için sığındığı tek umut kapısı DECCAL olacaktır.


Hızır'ın görevi şurada başlayacak: Negatif ve paralel evrenleri bir çift kefe ya da kaldıraç gibi düşünün. Bunların SPİN yönü biri pozitif diğeri negatiftir. Terazinin bu kefesine basarsanız, bastığınız alçalırken (Etkiye tepki olarak) diğer polarize evren kefesi de bunun tersine yükselir. Buna exclusion (dışarlama) ilkesi deniyor. İki spin aynı yönde bulunamıyor. İşte Deccal'in kimyası budur!


Ve spinlerden birinden DECCAL girince, bunun ödentisi olarak bir çıktı gerekiyor: ÇIKTI >>> HIZIR olacak! GİRDİ İSE >>> MESİH (İkinci İsa formu). Çıktı >>> Hızır Deccal tarafından öldürülecek anlamında. Girdi >>> İsa DA Deccal'i öldürecek anlamında.


Deccal'in ordusu (Asakir el Deccal=Armageddon) dışında kalan masumlar da var elbette!


Hızır ÇIKTI (Şehitlik, mutlak ölümü) öncesinde DECCAL'den zamanda hep BİR SANİYE önde olarak, herkese "Arkamdan gelen Deccaldir. Onun göstereceği Cennet’e girmeyin, Cehennem’ine girin buz gibi sular içeceksiniz. Onun kendisi ve sunduğu nimetleri MELEZDİR, ölümcüldür. Ona sakın dokunmayın, sevgi göstermeyin, Onun kimyası sizi asit reaksiyonuyla baz yakmasıyla eritecektir." diyecektir. Ve Hızır bu görevini "SON İNSANA" kadar (Akil baliğ son insana dek) herkese iletecek ve uyaracaktır.


İşte SON insan da ortada görünmeyince Deccal'in zamanı Hızır'ın zamanına neredeyse eşitlenecektir. Birinci kez Hızır ona dokunacaktır ve elinin bir bölümü ASİT etkisiyle yok olacaktır. İkinci kez ise Deccal Hızır'ın tüm sindirim sistemini paralize edecektir. (Hızır'ın karnı yoktur) Hızır zaman içinde EN GERİ çağa kaçacaktır, yani kendi Hızır macerasının ALLAH indinde başladığı çağa (diyelim ki 7000 yıl öncesine)...


Deccal orada da Hızır'ı bulacaktır ve öldürecektir. O geçmiş bir çağdır. Yani çok önceden. O yüzden "Tüm göksel kitaplarda" DECCAL ve ARMAGEDDON savaşları yer alır.


Davut Zebur'u ve İdris (Enoh) kitabında der ki: "Şeytandan sonra insanlık ikinci olarak DECCAL ile uyarıldı". Aynı kaynaklar ve buna bağlı bizim siyerlerde de "Adem dahil, hiç bir peygamber olmasın ki, ümmetini DECCAL'e karşı uyarmamış olsun!"... Tarihte geçen yani zaman savaşlarının GERİYE doğru sıçramasıyla oluşan ARMAGEDDON savaşlarının anlamı budur.


Deccal doğru kelime değildir: Çünkü Arapça'dan G hargi ihraç edilmiştir ve çift C olarak yazılmıştır. Celde/Gelde; Cemel/Gemel örneği gibi... DECCAL değil DEGGAL'dir.


Daha önce de sorulmuştu: "Deccal Kur'an'da geçiyor mu?" diye... EVET GEÇİYOR! Şi'ra'lı diye geçiyor!


Deccal BİZİMLE TIPATIP görünebiliyor. Ama ZEHİRDEN başka bir şey değil. Bu yüzden kendisine "Kötülük Mesih"i, “Delalet Mesihi” deniyor.
 

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
KABE-İ MUAZZAMA

“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor. (şöyle diyorlardı) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur: Şüphesiz sen işitensin, bilensin”.
Kuran’daki açıklama Kabenin yapılışı hakkındaki rivayetlere göre, Hz.Adem ile Havva cennetten çıkarıldıkları vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler.Kabenin bulunduğu yere gelirler. Bu esnada Hz.Adem, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendisine verilmesini diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli eder ve Hz.Adem, onun etrafında tavaf ederek Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz.Şit zamanında kaybolur, yerine bir taş kalır. Bunun üzerine Hz.Şit, onun yerine taştan onun gibi dört köşe bir bina yapar ve o siyah taşı binanın bir köşesine yerleştirir. İşte bugün Hacerül Esved diye bilinen siyah taş odur. Sonra Nuh tufanında bina kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır. Hz.İbrahim Allah’ın emri ile Kabe’nin bulunduğu yere gider. Oğlu İsmail, annesi ile birlikte orada iskan eder. Sonra İsmail ile beraber Kabe’nin yerini kazar. Hz.Şit tarafından yapılan binanın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün mevcut olan Kabe’yi inşa eder. Ayette “Beytullah’ın temellerini yükseltiyor” cümlesi bunu ifade eder.” (Bakara Suresi – Ayet no: 127)

“Kabe’nin ne zaman ve kimler tarafından, hangi amaçla yapıldığı bilinmemektedir. Ortaya atılan söylentiler, efsane masal veya zamanla bu nitelikleri kazanmış, gerçek kaynaklarından uzaklaşmış, tarih belgeleriyle ispat edilemeyen birer düşünceden öteye geçmemektedir. İslam dininin doğuşundan çok önceki çağlarda, buranın kutsal bir yer olduğu, putperest dinlerin yaygın bulunduğu çağlarda yaşayan insanlar tarafından buraya bazı kutsallıklar yükletildiği, eski dinler üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılmaktadır.
Bir söylenceye göre, İslamlıktan kısa bir süre önce Kabe’yi tütsüleyen bir kadın, elinde olmadan binayı tutuşturmuş, tahta olan yapı kısa bir sürede yanmıştır. Bu yangından sonra, Kabe yeniden yapılmış, hatta Cidde’de karaya oturmuş bir Bizans gemisinin kerestesi binanın yapımında kullanılmıştır. Gene bir söylentiye göre de binanın üstü açıktı.

Bir başka görüşe göre, Kabe’nin temellerini atan Adem’dir. Adem cennetten kovulduktan sonra yeryüzüne çıkarak Mekke’ye gelir. Cebrail yedi kat yerin altında kanadıyla Kabe’nin temelini çıkarır, melekler de Lübnan, Zeytin dağı, Cudi, Hira ve Sina’dan kayalar yuvarlayınca açılan temeller dolar. Allah, Adem’in barınması için cennetten, kırmızı yakuttan yapılmış bir çadır ile beyaz yakuttan olan Hacerül-Esvedi gönderir. Sonradan kararan Hacerül-esved, Adem’in iskemlesidir. Başlangıçta Hacerül Esved bir melekti. Allah ona kıyamet günü dil verecek insanlar için tanıklık ettirecektir.”

Kuran’daki açıklama;tekrar etmekte fayda var..!
“Kabenin yapılışı hakkındaki rivayetlere göre, Hz.Adem ile Havva cennetten çıkarıldıkları vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler. Kabenin bulunduğu yere gelirler. Bu esnada Hz.Adem, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendisine verilmesini diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli eder ve Hz.Adem, onun etrafında tavaf ederek Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz.Şit zamanında kaybolur, yerine bir taş kalır. Bunun üzerine Hz.Şit, onun yerine taştan onun gibi dört köşe bir bina yapar ve o siyah taşı binanın bir köşesine yerleştirir. İşte bugün Haceri Esvet diye bilinen siyah taş odur. Sonra Nuh tufanında bina kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır. Hz.İbrahim Allah’ın emri ile Kabe’nin bulunduğu yere gider. Oğlu İsmail, annesi ile birlikte orada iskan eder. Sonra İsmail ile beraber Kabe’nin yerini kazar. Hz.Şit tarafından yapılan binanın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün mevcut olan Kabe’yi inşa eder. Ayette “Beytullah’ın temellerini yükseltiyor” cümlesi bunu ifade eder.” (Sure 2. Ayet 127)

Biz Kudüs, Medine ve Mekke’deki alanların yaydıkları yüksek frekanslı dalgalara “pozitif” demişiz.. Esasen bu dalgalara Din-tasavvuf lisanında da “cemâl” veya “celâl nurları” ismi verilmiştir!..

Bize göre “Pozitif” olarak nitelenen ışınımın nispeten daha düşük frekanslı olanlarına “cemâl nuru”; daha yüksek frekanslı olanlarına da “celâl nuru” denilir…

Ancak dikkat edile ki… Burada anlatılan, bize çok yararlı olan bu ”cemâl ve celâl nurları” ile “mutlak cemâl ve celâl nurları” arasındaki fark, sanki kibrit ateşi ile Güneş arasındaki fark gibidir!… Gözden kaçmaya!

İnsanların dahi “celâlli” ya da “cemâlî” diye tanımlanması, beyinlerinin yaydığı bu dalgalar dolayısıyladır.. Yani, kiminin beyninin yaydığı dalgaların frekansı, kimine göre daha çok daha yüksektir, ki biz onlara “celâlli bir kişiliği var” deriz!.

İşte dünyanın bedeni içindeki, “pozitif” enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji santralı gibi yayın yaptığı en önemli merkez, Mekke'de bulunan Kâbe-i Muâzzama'nın altıdır ve bunun uzantısı da Arafat Dağı'nın altıdır!..

Keşif sahiplerinin keşif yoluyla gördüğü bu gerçeğe Seyyid Abdülaziz Ed Debbağ da «El İbrîz» isimli eserinde değinmiş ve Kâbe'den göğe yükselmekte olan bir «nur» sütunundan, adı geçen eserinde bahsetmiştir!..

Bu noktadaki çok güçlü pozitif enerji dolayısıyla Harem-i Şerîf'teki tüm insanların beyinleri öylesine etkilenip, öylesine güçlü bir faaliyet içine girmektedirler ki bunu anlatabilmemiz mümkün değildir.

Nitekim bu gerçek dolayısıyla Kâbe çevresinde kılınan namaz için Rasûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

-Kâbe'de kılınan iki rek'ât namaz, dünyanın başka mescîtlerinde kılınan namazdan 100 bin defa daha sevaplıdır!..

Zira Kâ’be çevresinde yapılan her ibadet sırasında, yeraltından yayılan “celâl nurları” yani çok yüksek frekanslı dalgalar dolayısıyla, beyin kat rekât güçlü dalga üretimi yapmakta; hem bunu ruha güçlü olarak yüklenmemekte; hem de dışa dönük bir biçimde yayınlamaktadır.

Gene bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem:

-"Başka yerlerde sadece fiillerinizden mes'ûlsünüz, Kâbe'de ise düşüncelerinizden de mes'ûl olursunuz."Buyurmuştur.

Bunun da gene sebebi, beynin aldığı güçlü enerji dolayısıyla düşünceleri dahi fiil düzeyindeki bir güçle ruha yüklemesindedir.

Ancak burada bize göre bir başka gerçeğe dikkatinizi çekmek isterim:
Beytullah altında olup çevresini de etkileyen bu alan en fazla yaklaşık 30-40 metrelik bir yarıçaptır!. Onun dışı Rasûlullah Aleyhisselâm’ın yaşadığı devirde evlerle kaplıydı!.. Bugün ise Ebu Cehil’in tuvalet yapılmış olan evinin çevresinde bile, “Kâ’be ‘de namaz kılıyoruz” zannıyla namaz kılan sayısız insan görüyoruz!.

Yine bizim tespitlerimize göre, Kâ’be çevresinin dışa yani çevreye yaygınlaştırılması yerine; 30-40 metrelik çevresinde dönerek yükselen ve inen bir yürüyen yol yapılıp; insanların burada yürürken yedi dönüşü yani bir tavafı tamamlamaları sağlanabilirdi… Bunun için de Kâ’be’nin duvarları yükseltilebilirdi!.

“Beytullah”taki bu “nurâniyet”ten istifade için, tavafların özellikle bu mesafe içinde yapılması, açıkladığımız gerekçe yönünden çok önemlidir; bize göre!.

“Beytullah” altındaki bu enerji merkezinin, yani “nurâniyetin” bir başka tezahürü de şudur…

Mekke’ye gelip Kâ’be ziyaretinde bulunanların önemli bir kısmında, bir kaç gün içinde değişiklikler görülmeye başlanır beraber oldukları arkadaşlar tarafından…

Bu insanların kimi son derece hırçın, haşin, bencil, hükmedici bir kişilik ortaya koymaya başlar; kimi de son derece munis, hoşgörülü, sevecen, yardımsever bir hâl alır!. Kimi çarşı-pazar saldırır; kimi de Beytullah’dan dışarıya adım atmak istemez!.

Kişilerdeki bu değişikliğin sebebi bizim tespitlerimize göre şudur;
Kâ’be ’nin altındaki enerji merkezinden, oldukça yüksek frekanslı bir dalga yayılmaktadır… “Celâl nurları” diye isimlenen bu nurlar, hem insanlarda şiddet ve celâl hâli oluşturmakta; hem de insanlardaki o ana kadar açığa çıkmamış özelliklerin beyinden dışa vurmasına yol açmaktadır!.

Oraya gitmeden önce, normal kendi hâlinde yaşayan bir kısım insanların, oradan döndükten sonra, hiç de o güzelliklere uymayan bir yaşam biçimi içine girmesi; hatta Dinî değerleri bir yana bırakarak beşeriyetin doğal gereklerine ve sonuçlarına göre yaşam sürdürmeye başlaması işte beyni etkileyen bu yüksek radyasyon dolayısıyladır. Bu yüksek frekanslı dalgalar, onun ikincil kişiliğini oluşturan merkezleri güçlendirerek günlük yaşamının bu doğrultuda açığa çıkmasına sebep olur!.

Nasıl ki, bir balon sönükken üzerindeki defolar belli olmaz, fakat şişirilince ortaya çıkarsa…
Aynı şekilde, oradaki yüksek frekenslı dalgaların beyin faaliyetini arttırması dolayısıyla da herkesin ikincil özellikleri orada ortaya çıkmaktadır!. Ve böylece çok iyi tanıdığınızı sandığınız yakınınızın orada içyüzünü görmeye başlarsınız!.


Bu çok yüksek enerji dolayısıyladır ki, Mekke’de insanlar çok “celâl”li saatler yaşarlar ve olaylarla karşılaşırlar!..
Oraya gidenlerin de bildiği üzere, Mekke halkı genelde sert, hırçın ve celâlli insanlardır!. Bunun sebebi bizim tespitlerimize göre Kâ’be altındaki çok yüksek frekanslı dalgalardan, yani radyasyondan, ya da mecazî anlatımla “celâl nurlarının” tesirlerinden ileri gelir!.

Misâl vermek gerekirse, Anadolu’nun herhangi bir yerine göre, Kâ’be ‘de yayılan dalgalar yüzbin defa daha yüksek frekanslı yani kuvvetli dalgalardır!.. İşte bu yüzden “Kâ’be ‘de kılınan namaz başka yerlerde kılınan namazdan 100.000 defa daha sevaplıdır”; ve de “Kâ’be ‘de düşündüklerinizden mesûl olursunuz”!.

İşte bu yüksek frekanslı ışınım, yani “celâl nurları”, o dalgalarla haşır-neşir olarak büyüyen insanların bahsi geçen özelliklere sahip olması sonucunu getirir!..

Gene bizim müşahedemize göre…
Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın, nübüvvet görevinin başlamasından hicretine kadar geçen yaklaşık onüç yıllık evresinde, Mekke’de kendisine inananların sayısının 40-50’ye ulaşabilmesinin nedenlerinden önde gelen bir sebep de bu husustur.

Mekke’deki bu yüksek frekanslı dalgalar, genel istidat ve kâbiliyet ile programlanmış insanlarda, konuya karşı bir direnç oluşturmuş, bu yüzden de O’nun getirdiklerini inkâr etmişlerdir..

Medine’de ise Kâ’be ‘dekine göre bir hayli düşük frekanslı dalgalar yani “cemâl nurları” mevcut olduğu için; orada insanlar genellikle “cemâlî” bir yaşam geçirirler, “Lâtif” ilişkiler içinde olurlar… Medine’deki faaliyet sonucu müminlerin sayısı on sene sonunda yüzbinlere ulaşmıştır!..

Medine ziyaretinin, Mekke’den sonraya bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından da bir kolaylık sağlar!.

Mekke’den döndükten sonra 20 gün ile bir ay arasında bulunulan yere uyum sağlanabilmesinin sebebi de gene bu yüksek radyasyonun beyinde tesirinin azalmasıyla sözkonusu olur…

Gene Kâbe-i şerîf altındaki bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısı ile, tavaf sırasında, kabiliyetli beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.

ZEMZEM"İN SIRRI KABE'dir.
Zemzem suyu Kâbe'nin altında bulunan, bir tür jeneratör gibi yayın yapan bu pozitif radyasyon kaynağından geçerek kuyuda toplanmaktadır.

Hemen hatırlayın yakın tarihteki «Çernobil nükleer santralındaki» kazâ dolayısı ile yayılan menfi radyasyonu ve bunun suları nasıl zehirlediğini. Siz bu sulardaki zehirlenmeyi asla fark edemezsiniz, ama bu sular sizi öyle bir zehirler ki hiç de anlayamazsınız!.. Ve sular yıllar yılı da radyasyonunu kaybetmez!.. Olayın önemini bilen batıdaki paniğin sebebi de budur.

ÇERNOBİL ( - ) RADYASYON
KABE ( + ) RADYASYON
İşte bunun tam zıddı bir biçimde,

ZEMZEM suyu da Kâbe'nin altındaki pozitif radyasyon kaynağının içinden geçmekte ve bu suyu içenlerde sayısız faydalar oluşturmaktadır.

Kabe Niçin Çölde ?
Bu kadar güzel ve ağaçlı yerler dururken Kabei Muazzama neden susuz bir çölde yapıldı.?
Hac, Birtakım zorluk ve meşakkatlerin yaşanacağı ,mahşerin dünyadaki ufak bir temsilidir.Orada çekilen zorluklar , günahların affına vesile olur.

Kabei Muazzama Göze hoş görünen , ağaçlı ve sulu yaylalara yapılsaydı; herkes oraya zevk için giderdi.Halbuki hacdan murat rızai ilahidir.Dünya sefası değil.

En Doğrusunu Allah bilir


Alıntıdır
 
Son düzenleme:

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
IRKLARIN OLUŞUMU





Tek atadan, farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkamaz mı? Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alâkası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü bir biyolog bilir ki, her anne, baba, büyükanne ve büyükbabaların karakterleri, belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur.Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; meselâ bir fert, boy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine,yüzde 50 ihtimalle de babasına benzeyecektir. Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Fakat bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları,yâni bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi, gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mâni olur. Bazı çekinik (resesif) karakterlerde, baskın (dominant) karakterlerin tesiri altındadır. Çekinik karakterler ancak bu tesirlerden kurtulduğu zaman,ağırlığını hissettirecektir. Fakat bu,belki de nesiller sonra mümkün olur.


Günümüzdeki ırkların hepsi, ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Veya bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir.Bazıları, zenci ırkın tropik bölgelerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların niçin siyahlaşmadıkları sorusunu izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsî olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ırkların teşekkülüyle ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise,ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.








Dışarıya kapalı bir kabile düşünün.Çevredeki diğer kabilelerle hiçbir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsî karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir.Bu gen havuzundaki çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak yeni ve değişik karakterler hâsıl eder.Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir. İşte ilk insan Hz. Âdem (A.S.) 'in genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardır. Tıpkı bu gen havuzu gibi,muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılmalar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede, günümüzdeki farklı fertler hâsıl oldu.


Hz. Adem ve Hz. Havva aynı kan grubu olduğu halde, bu günkü dört kan grubu nasıl ortaya çıktı?


Bu soruyu ortaya atanlar, Hz.Âdem (A.S.) ile Hz. Havva'da aynı kan grubu olduğunu nereden biliyorlar? Onların kanlarını mı tetkik etmişler? İnsanlardaki her bir karakter, bir gen çifti, (yâni iki gen) tarafından kontrol edilir. Bu genlerden birisi, anadan, diğeri ise babadan gelmiştir. Kan grubunu tayin eden genler; A, B ve O genleridir. Her bir fertte bu genler, şu şekillerden birisi durumunda bulunabilir: AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile, kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tâyin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir.
Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir.
Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.




Kaynak:


Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22-24.


DÜNYA DİLLERİNİN MEYDANA GELİŞİ








Yüce Allah, peygamber olarak gönderdiği kullarına kudsî dâvâlarına delil olması için mucizeler ihsan etmiştir. Meselâ, Hz. İsâ’nın ölüleri diriltmesi, anadan doğma körlerin gözlerini açması; Hz. Davud’un demiri hamur gibi yoğurup her türlü şekli vermesi, Hz. Süleyman’ın rüzgâra binip iki aylık mesafeyi bir günde alması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması gibi...


Hz. Âdem’in en büyük mucizesi de Cenab-ı Hakkın ona bütün lügat ve dilleri öğretip, bütün eşyanın ismini bildirmesidir. Peygamberlerin hepsine verilen mucizelerde olduğu gibi, Hz. Âdem’in bu mucizesi de Kur’ân-ı Kerimde anlatılmaktadır. Buna herşeyin ismini, mahiyetini, dillerin ve lügatlerin öğretilmesi mânâsında “taallüm-ü esma, tâlim-i esmâ” denmektedir.


Bakara Sûresinin “ve alleme Âdeme’l-esmâe” ile başlayan 31-33. âyet-i kerimelerinde bu husus genişçe anlatılır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretince, daha sonra meleklere hitaben: “Haydi dâvânızda doğru iseniz bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu. Melekler âcizlik ve bilgisizliklerini arz edince, Hz. Âdem’e, “Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver” emri üzerine, Hz. Âdem Allah’ın kendisine öğrettiği bütün isimleri meleklere teker teker saydı.






Tefsirlerimizde Hz. Âdem’e öğretilen bu isimlerden maksadın hem diller, hem de varlıkların mahiyet ve sıfatları olduğu bildirilmektedir. Meselâ zamanımız müfessirlerinden Elmalılı M. Hamdi, bütün ilimler gibi dillerin farklı oluşunun da Hz. Âdem’in bu mucizesine dayandığına dikkat çekmekte ve şöyle demektedir:
“Lisan hususunda bütün benî Âdem’in (insanoğlunun) zamanımıza kadar tenevvü (farklı, çeşitli olmasının) ve terekkiyatının cümlesi, esas itibariyle Hz. Âdem’in fıtraten mazhar buyurulduğu bu talim-i esmâ hâdisesine medyundur (borçludur).”1
Fahri Râzi ise et-Tefsîrü’l-Kebîr isimli tefsirinde bu hususa bir açıklık getiriyor ve özetle şöyle diyor:








Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’e, yaratmış olduğu bütün varlıkların isimlerini âdemoğlunun konuştuğu çeşitli dillere göre öğretti. Âdem de (a.s.) bunları evlatlarına öğretti. O vefat ettikten sonra çocukları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıldılar. Her biri belli bir dille konuşmaya başladı. Ve artık onda ve orada o dil hâkim oldu. O bölgede diğer diller unutuldu. İşte Hz. Âdem’in çeşitli dillerle konuşmasının sebebi budur.2
İşte bütün ilimlerin kaynağı, Hz. Âdem’in bu taallüm-ü esmâ mucizesine dayanmaktadır. Bu mucizeyi Bediüzzüman Hazretleri şöyle ifade eder: “Sâir enbiyânın (peygamberlerin) mucizeleri, birer hususi harika-i beşeriye remzettiği gibi, bütün enbiyânın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hz. Âdem’in (a.s.) mucizesi, umum kemâlat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihâyetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor.”3


İşârâtü’l-Îcaz isimli tefsirinde ise âyet-i kerimede geçen “el-esmâe” kelimesini tefsir ederken bu kelimenin isim, sıfat ve haysiyet gibi eşyayı, varlıkları birbirinden ayıran ve tayin eden alâmet ve nişanlara işaret ettiği gibi, aynı zamanda insanların konuşmuş olduğu çeşitli dil ve lügatlere de işaret ettiğini izah etmektedir.4


Evet, aynı anne-babadan çoğalan âdemoğullarının zamanla farklı dil konuşmalarının izahı güvenilir kaynaklarda bu şekilde yapılmaktadır.


Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem’in çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur. Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları farklı bir dil haline gelmiştir. Meselâ bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler aslında bir olan Türkçenin Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi telâffuzu, konuşulması gibi bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil haline bürünmesine sebep olmuştur. Asılları Lâtince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için aynı şeyi söylemek mümkündür. Sonradan gelişen ve konuşulan diller farklı da olsa, aslı birdir ve öyle kabul edilir.










Tarihî seyri böyle olmakla beraber, dillerin farklılığında asıl düşünülmesi gereken cihet, altındaki İlâhî hikmet ve kudrettir. Dillerin farklı oluşu da Allah’ın varlık ve birliğini gösteren delillerdir. Bir âyet-i kerimede meâlen bu husus şöyle ifade buyurulur:


“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirinden farklı olması da Onun kudretinin delillerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda bilenler için ibretler vardır.”5


Dillerin ayrı ayrı olması insanların birbirlerini tanıması ve münasebet kurması için bir vesile ve imkândır. Nasıl ki, millet millet, kabile kabile yaratılmamızda insanlar olarak birbirimizle tanışmamız, kaynaşıp münasebet kurmamız hikmeti gözetilmişse, dillerin farklı olması da bu hikmete yöneliktir.


1. Hak Dini Kur'ân Dili, 1:310.
2. et-Tefsîrül-Kebir, 2:176.
3. Sözler, s. 244.
4. İşârâtül-İcâz, s. 218.
5. Rûm Sûresi, 22.




Alıntıdır
 

Ebu Computer

Bilgili Üye
Katılım
10 Ocak 2017
Mesajlar
218
Tepkime puanı
300
Puanları
9
Kabe Niçin Çölde ?
Sayın GERMO

Bu kısım doğru değil.

Kabe'nin bulunduğu topraklar şuan çöl olabilir ama daha önceden ormanlık alanlardı.

Ormanlık olduğu zamanlar yaklaşık 100.000 sene önce idi.

Zaten bu ormanlık alandaki bitkiler çürüyüp yer altına inerek petrole dönüştüler.

Dolayısıyla Hazreti Adem hangi dönemde yaşadı ve bu dönemde Kabe ve çevresi ormanlık alanlar mıydı, bunu tam net olarak bilemiyoruz.

İklimler değişmeye başladı. İlk defa Suudi Arabistan'da seller görünmeye başladı. İlk defa bu sene kar yağdı.

Belki 300-500 sene sonra Kabe çevresi yine ormanlık olacak.

Doğrusunu Allah bilir.
 

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Sayın GERMO

Bu kısım doğru değil.

Kabe'nin bulunduğu topraklar şuan çöl olabilir ama daha önceden ormanlık alanlardı.

Ormanlık olduğu zamanlar yaklaşık 100.000 sene önce idi.

Zaten bu ormanlık alandaki bitkiler çürüyüp yer altına inerek petrole dönüştüler.

Dolayısıyla Hazreti Adem hangi dönemde yaşadı ve bu dönemde Kabe ve çevresi ormanlık alanlar mıydı, bunu tam net olarak bilemiyoruz.

İklimler değişmeye başladı. İlk defa Suudi Arabistan'da seller görünmeye başladı. İlk defa bu sene kar yağdı.

Belki 300-500 sene sonra Kabe çevresi yine ormanlık olacak.

Doğrusunu Allah bilir.
@Ebu Computer ustam, bilinen insan öncesi, cinlerin yaşadığı dünya, ateş ve kaya kaplı bir yerdi, yaratana isyan eden cinlere karşı, öyle bir canlı yaratacamki sizden üstün sizden itaatkar olacak dünyadaki halifem olacak diye, cinleri Mars a sürgün ediyor, o Amerikalı astronotlarin Marsta ki ezan sesi ve o ufo yalanları bunlar insanliktan gizlenenler, Neil Armstrong mısra gittiğinde bir toplantıya katılıyor, ilk mrsta ikinci Mısır’da duyduğu ezan sesi ile urperiyor, salondakilere ben bu sesi Marsta da duydum der demez hemen paldir küldür doğru timarhaneye, bunun gibi birçok örnek var, ustam bir sitede gördüm bu yazıları, doğru ve ya yanlış diyemem, en iyisini Rabbimiz bilir.
 

dadas_25

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
4 Tem 2016
Mesajlar
2,882
Tepkime puanı
1,735
Puanları
20
Konum
Türkiye
GERMO ustam Hz Adem diye başladığınız konu çernobil vb saçma konularla devam etmektedir. KOnuların işleyişinde ve dini konuları farklı noktalara çektiğinizi düşünüyorum. Bu yüzden lütfen konuları sade ve anlaşılır bir şekilde açmanızı rica ediyorum. Bunun dışında İslam dini üzerine açtığınız bütün konuları Kesin Deliller ile açmanızı ve teori bulundurmamanızı önemle rica ediyorum. Aksi halde konular direkt kapatılacaktır. Bunun dışında alıntılarınızı sırf konu açmak için değil kişilere cevap vermek için kaynağı ile açmanızı da rica ediyorum. Burası define arayanlar için ön bilgi veya bilgilendirme amacı ile kurulmnuştur. Buna önem göstermenizi rica ederim.
 

dadas_25

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
4 Tem 2016
Mesajlar
2,882
Tepkime puanı
1,735
Puanları
20
Konum
Türkiye
@Ebu Computer ustam, bilinen insan öncesi, cinlerin yaşadığı dünya, ateş ve kaya kaplı bir yerdi, yaratana isyan eden cinlere karşı, öyle bir canlı yaratacamki sizden üstün sizden itaatkar olacak dünyadaki halifem olacak diye, cinleri Mars a sürgün ediyor, o Amerikalı astronotlarin Marsta ki ezan sesi ve o ufo yalanları bunlar insanliktan gizlenenler, Neil Armstrong mısra gittiğinde bir toplantıya katılıyor, ilk mrsta ikinci Mısır’da duyduğu ezan sesi ile urperiyor, salondakilere ben bu sesi Marsta da duydum der demez hemen paldir küldür doğru timarhaneye, bunun gibi birçok örnek var, ustam bir sitede gördüm bu yazıları, doğru ve ya yanlış diyemem, en iyisini Rabbimiz bilir.
Ustam bizler İman etmiş kişiler olarak yazdığımız ve söylediğimiz herşeyden mesulüz. Bu yüzden doğru yada yanlış bilemem kelimesi bizler için değildir. Bizim dinimiz doğruları söylememizi emrediyor. Özellikle bu yüzden paylaşımlarınızda emin olduğunuz (yani Kuran-ı Kerim veya sahih hadislerle ıspatladığınız) bilgileri kaynak göstererek paylaşınız.
 

GERMO

Engellendi
Katılım
25 Eki 2018
Mesajlar
1,243
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Ustam bizler İman etmiş kişiler olarak yazdığımız ve söylediğimiz herşeyden mesulüz. Bu yüzden doğru yada yanlış bilemem kelimesi bizler için değildir. Bizim dinimiz doğruları söylememizi emrediyor. Özellikle bu yüzden paylaşımlarınızda emin olduğunuz (yani Kuran-ı Kerim veya sahih hadislerle ıspatladığınız) bilgileri kaynak göstererek paylaşınız.
@dadas_25 ustam anladım ustam, teşekkür ediyorum. Bu konuları bir sitede okudugumdan, ustam bilgi amaçlı olarak paylaşarak, bir katkı olsun, veya bilimsel yönde birşeyler bilgiler yazılar arayanlara destek olsun istedim, ustam sadece bu konularda bilgisi olanlarla dogruyu yanlisi arastirarak bilgi sunmak icindir paylasim, sadece kendi uzerimdeki günah yükünü atmakla meşgul kendi ibadeti ve tovbeleri ile uğraşan biriyim, yoksa kimseye ne akıl verecek kadar ALİM'im, nede bbaşkasını yanlışa günaha sokacak kadar ne GUNAHKAR nede ZALİM'im.

Ustalarım kardeşlerim biz bunları tartışırken, Ruslar bu ve diger islami bilgiler ışığında radyestezi ve diğer konularda çeşit çeşit icatlar yapıyor, bizler ise doğrumu yanlışmı diye birbirimizin kalbini kirmakla uğraşıyoruz,
 
Son düzenleme:

Ebu Computer

Bilgili Üye
Katılım
10 Ocak 2017
Mesajlar
218
Tepkime puanı
300
Puanları
9
Neil Armstrong mısra gittiğinde bir toplantıya katılıyor, ilk mrsta ikinci Mısır’da duyduğu ezan sesi ile urperiyor, salondakilere ben bu sesi Marsta da duydum der demez hemen paldir küldür doğru timarhaneye,
Mars'a gidilmedi.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst