Eşkıyalar Töreleri ve Tarihleri

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47


Belki zamanımızda eşkıyaların, eskilerden referansla kahramanlıkları, mertlikleri ön plana çıkartılabilir. Ama gerek tarih ve sosyal bilim açısından gerekse onları yakından görmüş birinin anlatılarından gerçek yönlerini, objektif bir şekilde ele alıncagöreceğiz ki aslında sonradan bulundukları mertebeye getirilmişlerdir.



Halkın sözlü tarih kayıtlarından türkülerde de böyle bir ikilem söz konusudur. “Efelerin içinden Yörük Ali’yi seçtin mi?”, “Kerimoğlu duvarlardan atladı silahların beşi birden patladı”, “Bize de derler Çakıcı yar fidan boylum, yakarız konakları” gibi öven türküler vardır. Efeler nereden çıktı eşkıyaları anlatmıyor musun diye soracak olanlarınız olabilir. Fakat bu iki gurup karakter ve yapılanma olarak kısmen benzeşmektedirler. En azından toplumsal zeminleri, ortaya çıkış nedenleri neredeyse birbirinin aynıdır.

Konuya dönersek bunca övmeye ve epik havaya karşın efelerin zalimliğine gönderme yapan türküler de vardır. “Sille’den gece geçtim görmedim annem, efeler içmiş içmiş sarhoş olmuş annem”, “Amanın efeler öldürmen beni, güzelde Cemilem’in hatırına soldurman beni” türküleri gibi. Ama ağırlık kahramanlıklarından yanadır en azından o şekilde bahsedilirler.

Halk nezdinde kendilerine “ilişmeyen”, derebeyine, ağaya karşı köylüyü koruyan ve harama uçkur çözmeyen eşkıya üç türlü ödül hak eder. Yaşarken köylü onu ele vermez, besler, saklar. Vurulduğunda öldüğüne inanmaz, yedi evliya gücünde der. Öldüğü kesinleştiyse türkülerinde ağıtlarında yaşatır. Misal bir “Çakırcalı Mehmet Efe Ağıdı” vardır, “Sepetçioğlu bir annenin bir kuzusu” gibi türkülerde böyle bir yakıştırma yapılır.

Eşkıya Kavramı
Eşkıya gerçekte bir tür “kaçak”tır. Misal “Halil İbrahim” türküsü bir “kaçakçı” için yakılmıştır. Eşkıya kanundan kaçar. Bu kaçan kişi efe, zeybek taifesinden de olabilir. İç Anadolu’da “ayıngacı”, Ege’de “kaçakçı” dediğimiz, tütün rejisinin kolcularıyla çatışan tütün kaçakçılarının bazılarının da ardından türkü yakılmıştır. Mesela meşhur Çökertme türküsündeki bahsi geçen Halil bir efe olduğu yönünde rivayet olsa da, tütün kaçakçısıdır ve sevdiğiyle kaçarken öldürülmesi üzerine bu türkü yakılır.

Yine adi cinayet vakaları için türkü yakıldığı da olmuştur. “Giresun üstünde bulutlar gezdi, Eşref’in yolunu azgınlar kesti, Eşref’i vuranın olur mu dostu, Atma Hakkı atma pişman olursun, Giresun beylerine düşman olursun”, “Yapma Murat yakışmaz senin şanına, insan hiç kıyar mı eniştesin canına”, “Laf anlamaz ormancı çekmiş kafayı, Aman ormancı canım ormancı, köyümüze bıraktın yoktan bir acı”, “Gitme Hamdi, gitme oğlum sen bugün oduna, Kafir Şumar çıkacak senin yoluna”, “Radinde yârim radinde belalı da yârim zindanda. Hiç kabadayı değilsin arkadan kıydın bana” türkülerinde görülebileceği gibi. Bunlar dışında kan davası veya hasımlık nedeniyle pusu kurulanlara da türkü yakılmıştır: “Huyunada Cemalım huyuna, kıymışlarda selvi boyuna, Cemalım’ın kanı akar, Ceyhan suyuna”, “El veriyor, el veriyor orta direk bel veriyor, döndüm baktım sağ yanıma Mehmedim can veriyor” türkülerinde görüldüğü gibi.

İşte eşkıya dediğimiz insanlar bir tür kanun kaçağıdır. Yaptıklarıyla halkın gözünde zaman zaman değer kazanmışlar, türkülerde anılmışlardır. Aynı toplumun hafızası olan türkülere karanlık yönleriyle de geçmişlerdir. Bazıları unutulmuştur ve sadece adliye kayıtlarında kalmıştır ama bir dönem gazetelerde hikâyeleri ve yaptıkları anlatılanlar da olmuştur.

Efelerle ilgili yaptığım okumalarda bunların “yatak” adını verdikleri çoğunlukla dağ köylerine ve Yörük obalarına dayanan bir sistemden bahsedilir. Buna göre köylüyü korumaları karşılığı köylü de bunları korumuş ve eşkıyaların olsun, efelerin olsun yegâne kuralı “yatak tutmak” olmuştur. “Yatak” tutmayan veya elden yitiren efenin dağda fazla yaşayamayacağına kanaat getirmişlerdir.

Tarih ve Eşkıya
Tarih üzerine yazanlarda da “eşkıya” kavramına dair belirgin bir görüş farkı vardır. Genellikle tarih kayıtlarından hareketle bunları âdi suç vakasının ürünleri olarak değerlendirenler çoğunluktadır. Bu düz bir bakış açısıdır, zira eşkıyalar merkezi otoritenin karşısında yöresel otoriteden gelmektedirler. Çifte ahlak ve özel hukuk anlayışının ortaya çıkardığı bir durumdur. Maffios toplum yapılanması olarak nitelendirilebilecek bölgelerde kan davası veya meşru müdafaa nedeniyle dağa çıkma olgusunun ön planda olduğunu görmekteyiz. Demek ki bu düalite ya da ikilik anlayışı suçun bazen kabul edilebilir hale gelmesine ve bu da dolaylı yoldan eşkıyalığa yol açmaktadır.

Farklı görüşler de söz konusudur. Mesela Karen Barkey, eşkıyalığın Osmanlı açısından kendine özgü bir merkezileşme uygulaması olarak devletle olan ilişkisinden bahseder. Nihat Genç, Çakırcalı Mehmet Efe örneği üzerinden eşkıyayı toplumun sesi, ayan ve derebeyine karşı en önemli dayanağı olduğu tezine dayanarak Hobsbawn’ın “sosyal isyancılar” statüsünde değerlendirir. Ama bunu bütün eşkıyalar için değil, toplum hafızasında kabul gören yani “türkü yakılmış” eşkıyalar için söyler. Eric Hobsbawn ise eşkıyaları bütünsel olarak incelemez aralarında kategorilere ayırır. Gerçi temel olarak eşkıyalar içerisinde sosyal isyancı olduklarını savunur ama doğrudan bunun üzerinde durmaz diğer tür eşkıyalardan da bahseder. Toplumsal isyancı, soylu haydut, intikamcı, hayduklar (haydamaklar ya da başıbozuklar) ve kamulaştırılanlar.

Genel olarak bakıldığında ise eşkıyalık olgusu merkezi otoritenin zayıf düştüğü, kanunların geri plana itilip haksızlıkların büyüdüğü dönemlerde bir tür hak aramadır. En basitinden bir şekilde suç işleyen birisi zindana düşmemek adına veya haksızlığa uğradığı savıyla kaçak hayatına başlar. Özellikle idamlık olacağı kesinleşmişe artık silahlı ve kovalamacalı bir hayat başlamaktadır. Bazen ekonomik koşullar ve işsizlik gibi koşullarda eşkıyalık ve haydutluğun yayılmasına neden olup, çıkışında etkili olmuştur. Savaş için yetiştirilmiş deneyimli birliklerin, işsizlik ve hedefsizlik nedeniyle eşkıya gruplarına katılması veya eşkıyaya dönüşmesi de söz konusu olmuştur.


Anadolu’da Eşkıyalık


Efelik, zeybeklik ise daha çok “sosyal isyancı” denilen tip ile özdeşleştirilmiştir. eşkıyalık yapanları vardır ama genel de yiğitlikleri ve ezilenin yanında olmalarıyla bilinirler. Toplumsal hafıza tarafından kabul görürler. Efelerin ve zeybekliğin ortaya çıkışı tartışmalı, ama tüfek ve yatağanla dağda gezinmeleri ve İzmir’den Konya’ya Kastamonu’ya dek görülmeleri bunların Celali İsyanları döneminde yolları ve ticareti koruyan sekban-seğmen birliklerinin geleneklerinden geldikleri tezini güçlendirmektedir.

Eşkıyaların hayatı ve dağa çıkışları, son bulmaları birbirine benzemektedir. Öyle ki karşı oldukları odaklar bile neredeyse aynıdır. 1830’larda Ödemiş İsyanı’nı hazırlayan Atçalı Kel Mehmet’in hayatını incelediğinizde en çok mücadele ettiği isimlerin başında yörenin ayan ailelerinden Arpazlı ailesi gelmektedir. Ondan takribi seksen küsur yıl sonra aynı coğrafyada faaliyet gösteren Çakırcalı Mehmet Efe’nin de en çok uğraştığı isimler arasında yine Arpazlı ailesi vardır.

Anadolu toplumunda ayanlara ve beylere karşı belli bir tepki toplumsal bellekte, en az eşkıyalar kadar yer bulmuştur. Mesela bu türkülere örnek olan “Köroğlu Türküleri”nde epik anlatım tarzının en uç örnekleri görünür, aynı türkülerde sürekli “Bolu beyi”den dem vurulur. Bolu Beyi kim bilinmez ama halk hikâyelerinde hileci, düzenbaz, zalim biri olarak bahsi geçer.

Ayanlara, beylere karşı duyulan tepkinin atasözlerine bile yansıdığı söylenebilir. En meşhuru “At binenin kılıç kuşananın”, yine Konya yöresine ait, “Asalet fahişelikten kötüdür.” sözleridir.

Ayanlarla eşkıyanın çatışması sadece efeliği değil Balkanlardaki haydut-haydamak taifesini de kendi meşruiyetini oluşturmaya itmiştir. Ayanlar arası çatışmalar, yerel Hristiyan cemaatlerini silahlanmaya sevk eder. Bu silahlı gruplar sonradan Fransız İhtilali döneminde asıl ayrılıkçı unsurların başını çekecektir.

Eşkıyalık bu açıdan sadece toplumsal yönüyle değerlendirilemez. Yukarıda da bahsedildiği gibi yöresel adalet anlayışından, örfi hukuktan etkilenir ve belli siyasi-ekonomik çıkarlar doğrultusunda örgütlenmesini legal düzeye de çıkarabilir. Eşkıyalığın şehir toplumuna yansıyan etkileri olmuştur. Osmanlı döneminde Matlı Mustafa örneğinde olduğu gibi eşkıyalıktan kabadayılığa geçerek şehirlerde faaliyet gösterenlerde olmuştur. Balkanlarda komitacıların artması, şehir de azınlık grubu kabadayıların türemelerine neden olmuş bu da yerli kabadayıların oluşumunu hızlandırmış, bunlar dönem dönem komitacılık da yapmıştır.

Eşkıyalığın Töreleri ve Teamülleri
Peki, bu eşkıyaların töreleri, amiyane tabirle raconları nelerdi? Yaşam tarzları nasıldı? Bununla ilgili kaynak olarak tanımlayabileceğimiz bir eser hazırlanmıştır. Refi Cevat Ulunay’ın Dağlar Kralı Balçıklı Ethem isminde bir kitabı vardır. Roman gibi bir dönemler Sakarya, İzmit ve Anadolu yakası havalisinde eşkıyalık yapan, “Dağlar Kralı” lakaplı Balçıklı Ethem’in hayat hikâyesini anlatmıştır. Bu kitap kaynak mesabesindedir, zira bu eşkıya daha hayattayken Refi Cevad kendisiyle konuşmuş yazdıklarını not etmiştir. Aynı durum Sayılı Fırtınalar için de söz konusudur. Çoğu kabadayıyı yaşlılığında görmüş onların anılarını, sözlerini not etmiştir. Gerçi Refi Cevat, gerek kabadayıları gerekse eşkıyaları romantik bir bakış açısıyla el alır, onları gezgin şövalye gibi görür ama çokça yüceltmez, bunların çekinmeden adam öldürebilmelerini, maceralı hayatlarını olduğu gibi anlatır. Reşad Ekrem Koçu’da da bu üslup vardır. Bu açıdan konularla ilgili temel kaynaklar bu yazarlarımızın eserleridir.





 

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47
Eşkıyalar, kolcu ve jandarmadan çok kendilerine benzeyenlerden yani diğer eşkıyalardan çekinirlerdi. Onları çoğunun ya arkadaşlarından birinin kurşunuyla ya da başka bir çetenin saldırısıyla öldürüldüklerine dikkat çekilmektedir.
Öldürdüklerinin silahlarını almazlar, başkasının silahının kendilerine uğursuzluk getireceğine inanırlardı.
Başlarına gelen maceraları çoğunlukla anlatmazlardı. Yaptıkları baskınları, cinayetleri, sarılmadan kurtulmalarını ellerinden bir kaza çıkmış gibi anlatırlardı. Yani kendi maceralarını övünerek anlatmaları ayıp sayılıyordu.
Kendi aralarında bir tür mahkeme usulü vardı. Yapılacakları, idam edecekleri, cezalandıracakları kendi aralarında konuşulur, öyle karara bağlanırdı.
Bir yerde konakladıklarında çevreye gözcüler bırakırlardı. Gözcüsüz, tedbirsiz konaklayan eşkıya ya çok toy ve deneyimsiz sayılırdı, ya da kendine aşırı güvenen biri olduğuna yorulurdu.
Karşı karşıya kaldıkları çete veya kolcunun etnik özelliklerine ve bağlantılarına dikkat ederlerdi. Mesela Laz, Arnavut, Çerkes gibi kabile toplumundan gelen insanların bağlantılarına, kan davası gütmeleri gibi özelliklere, nişancılık ve savaşçılık gibi özelliklerine dikkat ederler, düşman seçerken buna göre davranırlardı. Mesela bu hususta romanda Balçıklı Ethem bir çeteyi kıstırdığında adamların silahlarını tamamen bırakmalarını emreder. Sonra da diğerlerine dönerek: “Ben Lazları bilirim, bir tabanca ile alayımızı haklarlar.” diye uyarır. Benzeri durum tarihte bahsi geçen efelerden olan Alabardalı Kabakçı Salih Efe’nin hikâyesinde de vardır. Savaş yıllarında Çerkes asıllı bir çeteyle vuruşmuş, bunun kan davasını güden bir Çerkes yüzbaşıda onu birkaç yıl sonra bir pusuya düşürerek öldürmüştür.
Kendileri ve tasarıları hakkında ağızlarından laf kaçırmamaya dikkat ederlerdi. Bunu Balçıklı Ethem şöyle ifade etmektedir: “Bu yolda bulunanlar karda gezerler, izini belli etmezler. Bizim yolumuz da bulunanların başlarına ne gelirse dilleri belasından gelir.” (Bu taife tarafından eşkıyalık “yol” ismiyle adlandırılır. “Bu yola girdik” şeklinde anlatılarına başlarlar. Elini eteğini çekmiş ihtiyar eşkıyalar, kendilerine özenen birini gördüklerinde “Bizim yolumuz yol değildi” diyerek uyarırlar. Yol tabiri Ege’de yörükler arasında da “yola getirmek” deyimi efelerin “yola getirdik sonra dağa çıktık” şeklinde kullanmasıyla göze çarpar.)
Silahlarını boşa atmaz, mermiye kıymet biçerler.
Eşkıyalığın kendi aralarında bir rütbe sistemi vardır. En başta çete lideri bulunur. Onun altında sağ kolu veya baş kurmayı bulunur. Kurmayların sayısı birkaç tanedir, onların da altında kızanlar vardır. Kızanların da altında acemiler bulunur. Acemilere erzak ve cephane taşıtırlar, silah vermezler. Kendi tabiriyle “Müsademeye (çatışmaya) girilince ilk önce kertenkele gibi kayalara yapışıp mermilerden saklanmasını öğrenirler. Mermi vızıltısına alışıp kayalara yapışmayı öğrenene tüfek verirler. Tek atışlık hakkı vardır. O atışta başarılı oldumu kızanlardan sayılır. Tabi bu efeler felan eski dönem çetelerinde varmış. Bizim zamanımızda kaçaklar vardı, çatışmaya girmezler, bu kadar da kalabalık gezemezlerdi.” Hatta “Deve gibi ayağa kalkmak” deyişini acemilik olarak görüp çatışmada bu şekilde vurulanları alaya alırlardı.
İstihbarata önem verirler, iki tür adam beslerlerdi. Birinci türü her köyde bulunur, köye inen kervan, kolcu ve yörenin derebeyi, ağası hakkında bilgi verirdi. İkinci tür adamı ise duruma göre devşirirlerdi. Bu adam yardımıyla hasım oldukları çete ya da ağanın adam sayılarını, faaliyet bölgelerini, bağlantılarını araştırırlardı. Bu ikinci tür casus günü gününe haber getirir. Bilgileri olmadan hasım çeteyle vuruşmaya girmezlerdi.“Korku dağları bekler” sözüne inanırlar, rehber ve öncü çıkarmaya önem verirlerdi.
Ölüm fikrine kendilerini alıştırmışlardı. Vurulma tehlikesiyle birçok defa yüz yüze geldiklerinden tuhaf bir alışma hali içerisindeydiler. Su testisinin su yolunda kırılacağına inanırlar ve en zorlu eşkıyaların bile rahat döşeklerinde ölemediklerini sürekli kendilerine hatırlatırlardı. Çatışma başlayana kadar süren gerginlik halinin vuruşmada ortadan kalktığına inanırlardı.
Müsademe sırasında çoklukla etrafları kuşatılırdı. Buna “sargı” derler, sargı sırasında vuruşurlarken karşı tarafa küfrederlerdi. Bu düşmanı kızdırarak ölçüsüz hareket etmelerini ve yanlış yapmalarını sağlamak içindi. Küfrü yiyen adam deneyimliyse bunu bilir ve ses etmezdi. Acemi olan kafasını çıkarıp küfrü bastığı anda kendi tabirleriyle kurşunlara hedef olurdu.
Kendilerine özenilmesinden haz duymazlardı. Balçıklı Ethem’in ağzından aktarıldığına göre: “Size baba nasihati! Dedi. Bizi böyle görüp, ah ben de Ethem Ağa gibi olsam diye heveslenmeyin. Biz bir kere bu yola döküldük. Ya karnı, ya sırtı.”
Eşkıya arasında verdikleri sözü tutmak şeref meselesi olup, sözünden dönene iyi gözle bakmazlardı.
Başına gelenleri kaderden sayarlardı. Kendini normal bir insandan farklı görmezler, bu nedenle erkeklik, verilen sözü tutmak, halkın ırzına, namusuna göz dikmemek gibi inanışlara sadık kalırlardı. Hülasa kendi aralarında eşkıyalığı bir meslek olarak görüp, sermayesi adam öldürmektir derlerdi. Eşkıyanın namuslu olması eşkıyalar için hayat meselesiydi. O sayede çevreden destek görürlerdi. Cana, mala, ırza kasteden türünü köylü arasında barındırmazlardı. Bununla ilgili bir örneği Ulunay vermektedir. Ankara civarında Yırtma Mehmet isimli bir eşkıya köylü kadınlara sarkınca, kadınlardan birisi kaptığı baltasıyla eşkıyayı tepelediklerinden bahseder.
Eşkıya kısmı kendilerini takip eden kolcu veya zaptiyenin çarpışmalardaki yeteneklerini ve cesaretlerini öğrenmek isterdi. Genç zabitlerden çekinmez ama yaşı geçkin ve tecrübeli çavuşlardan çekinirlerdi. Çatışmalarda küfürleşmeleri, birbirleriyle vuruşmaları bunlar arasında husumet yaratırdı. Eğer sargıdan kurtulursa, toy ve deneyimsiz birini sadece yaralar, gafil avlasa da öldürmezlerdi.
Eşkıyalar takip müfrezelerinden çok, çete içerisine dedikodu, şüphe, anlaşmazlık girmelerinden çekinirlerdi. Aralarına bir kez bir husumet girdi mi günden güne büyüyen şüpheleri aralarında çatışmaya neden olurdu. Her sorunu öldürerek hallettiklerinden dolayı bu tip çeteler kurt oyununa çıkmış kurt sürüsüne benzerlerdi. Ölüm korkusu nedeniyle uykusuzluk ve daimi tetikte olma hali sinirlerini gerer, çarpışmaya girdiklerinde yanındakinin kurşunuyla ölme ihtimalini düşünmeye başlarlardı.
Mevsim zorluklarına, yorgunluğa ve bundan şikâyet edilmesine tahammül göstermezlerdi. Ağır bir hastalık geçirmedikleri sürece ellerinden silahlarını bırakmazlar, dağ bayır dolaşmayı sürdürürlerdi. Ölüm düşüncesi nedeniyle rahat yatakta dinlenmeyi göze alamazlardı. Ömür boyu böyle yaşayabilirlerdi, ancak affedileceği, af çıkacağı kesinleşirse silah bırakırdı. Ama bu barış kısa sürer, normal hayata alışamaz ve yeniden dağlara dönerlerdi. Çakırcalı’nın bile hayatı incelendiğinde bu görülür, birkaç affa rağmen yeniden dağa çıkmıştır.
Sargılarda kurtulmaları genelde en zayıf gördükleri cepheye yüklenerek buradan sıyrılmak şeklinde olurdu. Böyle durumlarda boşa mermi yakmaz araziden istifade ederek sırra kadem basarlar, sis gibi mevsimsel unsurları sıklıkla lehlerine kullanırlardı.
Kendi adamları dâhil diğer insanlara karşı daimi bir güvensizlik içerisinde olup insan için “iki ayaklı kurt” tabiri kullanırlardı. Zeybeklerin kabul töreninde ettikleri yeminde “-İnsana bel bağlanır mı? –Bağlanırsa ağlanır!” şeklinde geçmektedir bu düşünce.
Eşkıyaların en temel kanunu ırza mala göz dikmemek ise ikinci kanunu düşmüşe, âcize el uzatmak yani yardım etmekti. Adi suçlar işleyenler haricinde bu şekilde davrananlar toplumsal hafızada kabul görmüş, türkülerde bahsi geçen kişiler olmuşlardır. Bu nedenle genelde fakir fukaraya çeyiz armağan edip evlendirmeleri, düğün kurdurmaları söz konusudur.
Eşkıyalar yaptıkları baskın ya da tahribattan sonra etkileri hafifleyinceye kadar ortalıktan çekilirler.















Son eşkıya 1970’lerin sonunda Muğla’da dağa çıkan “Muğla canavarı” lakaplı “Eşref Atan” oldu. Ege’de dağa çıkan son eşkıya da oydu. Ne zeybekti ne de adına türkü yakıldı. Öldüğü gün gazetelerde “Ege’de dağa çıkan ama adına türkü yakılmayan son eşkıya yatağında öldü” mealinde haberler çıktı.

 

turab42

Member
Katılım
7 Şub 2015
Mesajlar
34
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
49
Kitap okur gibi okudum tskler
 

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47
Ünlü Eşkıyalar




Piç Ardaş

1910’lu yıllarda özellikle Üsküdar sokaklarında hüküm süren Piç Ardaş, 1886’da Sivas’ta doğar. Koca Mavnacı’yı öldürdükten sonra dikkatleri üzerine toplayan Ardaş, küçük yaştayken Sivas’tan getirilip Selamsız’daki Ermeni kilisesinde bir papaza bırakılır. Neyin nesi olduğu bilinmeyen Ardaş’a nüfus kâğıdı çıkarılırken, baba hanesine kendisini teslim alan Sarkis adındaki papazın adı yazılır. Bu durumdan ötürü “piç” lakabıyla anılır. Kilisede büyüyen Ardaş, tüm çabalara rağmen okumayınca, meslek öğrenmesi için bir fırına çırak olarak verilir. Ömer Ünal’ın aktardığına göre, “doğuştan asi ruhlu” olan Ardaş, ilk suçunu fırında beraber çalıştığı Erbaalı arkadaşı Yusuf’u fırıncı küreğiyle yaralayarak işler.

Bu olaydan sonra, fırında çalışmayı bırakan Ardaş, 24 yaşındayken Selamsız’daki kilisenin iki papazını yaralayınca artık meskeni sokaklar olur. Papazlara saldırmasının sebebi de kendisine istediği parayı vermemeleridir. Doğancılar’ı haraca kesen Ardaş, bir süre sonra gönlünü Kumkapılı Ağavni’ye kaptırır. Ağavni’nin babası Krikor’un, kızını Ardaş gibi birisine vermek istememesi kendisi için pek hayırlı olmaz. Bir gece Ağavni’nin evini basıp onu kaçıran Ardaş, kızın babası Krikor’u da ağır yaralar. Ardaş, I. Dünya Savaşı’nın ardından Ağavni’yle birlikte yaşadıkları Ümraniye yolu üzerindeki evinden Üsküdar sokaklarını yönetenlerden birisidir artık. Ardaş’a esas şöhreti ise İstanbul’un namlı kabadayılarından Mavnacı Ali’yi “hacamat” etmesi getirir.

Rizeli Mavnacı Ali, 1906’da Üsküdar’ın “haracını yiyen” Karamanlı Yusuf’u Üsküdar vapur iskelesinin önünde falçatayla öldürmesinin ardından, 16 yıl boyunca hem Üsküdar’da, hem de Beyoğlu’nda “borusunu öttüren” namlı bir kabadayıdır. Ali’nin Piç Ardaş’ın Üsküdar’da isminin duyulmasından duyduğu rahatsızlık, kendi avanesinden birkaç kişinin Ardaş tarafından dövülmesiyle ayyuka çıkar. 26 Kasım 1920’de, Mavnacı, Ardaş’ı öldürmek için bir tuzak kurar ve onu Kuzguncuk’a çağırır. Fakat hesabı tutmaz ve iki hasım Kuzguncuk’taki Yalı Kahvesi’nin önünde bıçaklarla kapışırlar. Düelloda şans, iki parmağını kaybetmesine rağmen Ardaş’a güler. Sağ el başparmağı ve işaret parmağının kesik olması, polis kayıtlarında en belirgin alameti olarak geçer. Bu kavgadan sonra Üsküdar’ın tek hâkimi olan Ardaş’ın da saltanatı uzun sürmez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sevgilisi Ağavni’yi de yanına alıp ortadan kaybolur.


Şık Manol

Tokatlı Milaço’nun 1890 doğumlu oğlu Manol’u diğer kabadayılardan ayıran özelliği, her daim çok sık giyinmesidir. “Sırtından eksik etmediği kadife yakalı paltosu, başındaki fötr şapkası ve boynundan hiç eksik etmediği kravatı ile bir kabadayıdan ziyade kalem efendisine benzeyen” Manol, bu yüzden “şık” lakabıyla anılır. Ömer Ünal’ın “Yüreği ve bileği ile tipi böylesine birbirine zıt ne insan gördüm, ne de bir kabadayı tanıdım” diye tarif ettiği Manol’un İstanbul’daki kabadayılığı pek uzun sürmez. Tokat’ta büyük bir çiftliği olan babası, onu okumak için İstanbul’a yollasa da, Manol’un okumaya pek niyeti yoktur. Yeşilköy’de kendine bir ev tutan ve bir süre sonra Galata’da kumarhaneye işletmeye başlayan Manol, haraç işlerine hiç bulaşmaz. İstanbul’da kısa süreli hüküm süren bu kabadayıyı Ünal şöyle anlatıyor: “Manol, kabadayılığı süresince hiç adam öldürmemiş, hatta ne bıçak, ne tabanca, ne de başka bir alet kullanmıştır. Onun en büyük silahı, kısacık boyuna rağmen, son derece çevik bir şekilde zıplayıp hasmına vurduğu kafası ve yumruğu idi. En kızdığı şey de haksızlıktı. Bir gün Kuledibi’nde kavga edince, o zaman görevli olduğum Asmalımescit Karakolu’ndan olay yerine geldim. Şık Manol, etrafını saran 6 kişi ile kıyasıya dövüşüyordu. Bu altı kişinin üçü ellerinde falçata bulunduruyordu. Fakat maymun gibi çevik olan Şık Manol’u bir biçime getirip haklayamıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, o kavgayı, daha doğrusu Şık Manol’u seyretmek için işe birkaç dakika müdahale edemedim. ‘Zaptiye geldi’ sesleri üzerine, çil yavrusu gibi dağılanlar altı kişi oldu. Şık Manol ise telaşsız, yerdeki fötr şapkasını alıp kafasına geçirdikten sonra kavganın sebebi anlaşıldı. Manol’un kapıştığı 6 kişilik grup, Kasımpaşa’dan gelip onun oturduğu kahve sahibinden haraç istemiş, buna dayanamayan Manol da kafası ile bileğini konuşturmuştu.”


Arap Hüsnü

1870 yılında Trablusşam’da doğan Mişel’in İstanbul’a ne sebeple geldiğini bilen yok. İstanbul’da İslam’a ihtida eden Mişel, Hüsnü ismini alır ve Arap lakabıyla anılır. Tophane civarında genç külhanların hepsini sindirmiş, Salı Pazarı’nda haracını vermeyen iki kişiyi öldürmesiyle nâm yapmıştır. Ömer Ünal’ın “Heyula gibi, iri yarı, insanın rüyasında görse korkacağı bir tipti” diye tarif ettiği Arap Hüsnü, kabadayılığının son yıllarında kaçak içki satışına girer. Bu işten dolayı defalarca kez hapse girip çıkan Hüsnü, Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından sınır dışı edilir.


Yamalı Yorgi

Arnavutköylü balıkçı Miltiyadis’in 1892 doğumlu oğlu Yorgi, Ayazma’da küçükken babasıyla balığa çıkarak mesleğin inceliklerini öğrenir. 11 yaşında, balık pişirdiği tavanın sandalda devrilmesiyle yüzünün çeşitli yerleri yanar. Bu yüzden lakabı “yamalı”dır. Polis kayıtlarında da alameti olarak “sağ kulağından yanağına doğru yanık izi” olduğu yazar. Sabıkalılar arasına girmesine sebep olan olay, 17 yaşındayken tartıştığı bir balıkçıyı Rumelihisarı’nda bıçaklamasıdır. Daha sonra, bu kez Kandilli’de ağ atma kavgasına bulaşır ve tartıştığı dört kişiyi yaralar. Bu vukuattan sonra, esas geçim kaynağı karmanyolacılık olmuştur, yani şehrin ıssız yerlerinde insanları sıkıştırıp paralarını alır. Bu sırada İzmirli Despina’ya âşık olur ve birlikte Ayazma’da yaşamaya başlarlar. 1921’de Bebek’te kendisine haraç vermeyen bir faytoncuyu ve Ortaköy’de bir kahveciyi öldürmesiyle, şehrin korkulan adamlarından biri olur. Boğaz’ın Rumeli yakasının haracını o topluyordur artık. Osmanlı zaptiyelerinden defalarca kez kaçmayı başarır. “Su testisi su yolunda kırılır” misali, 1923’te Arnavutköy’de bir kuytuda ölü bulunur.
 

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47
Ünlü Eşkıyalar 2

Solak Ligor

Konya’da kan davasına karışan babası Todori’yle küçük yaşta İstanbul’a gelen Ligor, 1888 yılında doğar. İstanbul’a kaçsa da kan davasından kurtulamayan aileyi takip eden hasımlarla Todori arasında çıkan çatışmada, Ligor sağ kolundan yaralanır ve sakat kalır. Fener’de oturan Todori Efendi, muhitinde ünlü bir terzidir. Fakat oğlu Ligor, sağ elindeki sakatlık yüzünden bu mesleği yürütemeyecektir artık. Ligor da kendisini sokaklarda bulur. Ömer Ünal’ın “korkunç denecek süratle bıçak kullanırdı” dediği Ligor, bu özelliği nedeniyle âlemde “solak” lakabıyla nam yapar. 1908’de Balat’ta bir Yahudi tüccarı vurarak ilk vukuatına imza atar. Bu dönemde babasını kaybeden Ligor için kabadayılık yolunda bir engel kalmamıştır artık. şöhreti önce Unkapanı’nda yayılır. Oradan Eyüp’e kadar olan mıntıkanın dört yıl boyunca sözü geçen tek kabadayısı olur. Bir süre sonra kalpazanlık işine bulaşır ve sonunu da bu iş getirir. 1921’de piyasaya sürdüğü sahte İngiliz paraları yüzünden yakalanır ve hapse atılır. Hapisten çıkıp çıkmadığını kimse bilmez.​


Kesik Nikola

1884 yılında İstanbul’da doğan Nikola’nın çocukluğu, Zindankapı’da babası Yorgo Efendi’nin yaptığı közlemeleri satmakla geçer. Babası, Nikola küçük yaştayken ölünce, bir süre daha işi devam ettirmesine rağmen, ne hamur tutmasını, ne de yağda közleme yapmasını beceremediğinden işi tutturamaz. Bir müddet de hamallığı dener. Fakat gözü kolay para kazanma yollarındadır. Genç ve kuvvetlidir. Haraç almaya ilk kez babasının dostu Tatyos Efendi’den başlar. Bir süre sonra yaşlı adam direnince, Nikola ilk vukuatına imza atar. Babasının en iyi arkadaşını jiletle yaralar. Artık başka bir yola girmiştir. Jilet atmakta ustalaşır, bileği de kuvvetlidir. Kısa süre de Zindankapı’nın hamallarını haraca kesmeye başlar. Artık “Unkapanı’nın dayısı”dır. Sabahtan akşama Mihal’in Kahvesi’nde oturup ayağına getirilen haraçların keyfini sürer. Haracını vermek istemeyen dört kişiyi yaralar, Rıza isminde bir hamalı da öldürür. Bir kavgasında yüzünden yaralanır ve bu yara sol yanağından gözüne kadar bir bıçak izi bırakır. Bundan sonra adı Kesik Nikola’dır. Polis peşine takıldığında da sevgilisi Olga’nın Kasımpaşa Ziba’daki evinde saklanır. Nikola, işlerini büyütmekte kararlıdır. Bazı kumarhaneler ve randevu evlerini kendisine bağlar. Beyoğlu’nda nâmı yürüyordur artık. Fakat ismi, 1922’de İstanbul’da adını yeni duyurmaya başlayan Laz Hüseyin tarafından Şık Manol’un kumarhanesinde öldürülmesiyle, İstanbul sokaklarından silinir.​


Odesalı Kosti

1885’te Yunanistan’da doğan Kosti’nin, neden Odesalı olarak anıldığı bilinmez. İlk işi, 3 Aralık 1919 yılında, şimdiki adı İstiklal Caddesi olan Cadde-i Kebir’de 80 numaralı dükkânın içine girip kasasını kırdıktan sonra, üç bin drahmiyi çalmak olur. Sağ kolunun iç tarafında eli kamalı bir kız ile sol kolunda iki çiçek ortasında bir haç ve M harfi olan (Sevgilisi Mari’nin isminin baş harfi) dövmeleriyle bilinir. Alman Lokantası’nda çıkardığı olaylar meşhurdur. Fakat hiç suçüstü yakalanmaz. Polisler, dükkândan içeri girdiğim zaman Kosti’yi sevgilisi Mari’yle rahatça otururken bulurlar. Yerde ise birkaç kişi yaralı vaziyette yatıyordur daima. Kosti, İngiliz polisleri tarafından kollanır. Beyoğlu’nda bir terör havası estirir. Tünel’in çıkışından Taksim’e kadar bütün mıntıkanın hâkimidir. Birçok suça bulaşır, itiraz edeni öldürmekten çekinmez. Ziba Yokuşu’nda bir Ermeni tüccarı öldürmesine rağmen, İngiliz polisleri tarafından kurtarılır. Dokunulmazlığına olan güveninden ötürü, Hamidiye’de kendisini tutuklamaya çalışan bir zaptiye çavuşunu bile bıçaklar. 9 Temmuz 1921’de Çeşme Meydanı’ndaki Yakup Efendi Birahanesi’nin önünde, sonradan “nâmı büyüyecek olan bir tıfıl” olan Laz Hüseyin tarafından dört bıçak darbesiyle öldürülür.​
 

the escape

Member
Katılım
29 Eyl 2013
Mesajlar
66
Tepkime puanı
2
Puanları
0
dostum ; emeğine sağlık keyifle okudum :)
bide laz hüseyin'in fotosu olaydı iyiydi böyle 2 tane kabadayıyı indirmiş adam onuda merak etmedim değil... sanırım tam adı hüseyin heybetli..
 

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47
dostum ; emeğine sağlık keyifle okudum :)
bide laz hüseyin'in fotosu olaydı iyiydi böyle 2 tane kabadayıyı indirmiş adam onuda merak etmedim değil... sanırım tam adı hüseyin heybetli..
Arap Hüso, Kürt Hüso, Hüsso lakapları var ancak kayıt bulamadım ama bulur bulmaz ekleyeceğim.
 
Ş

şisel

Misafir
Usta kitap okumayi tarih okumayi seven biri olarak her paylaşiminizi zevkle okuyorum emeginize saglik..
 

ÜstaD1

Bilgili Üye
Katılım
12 Mar 2015
Mesajlar
386
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
47
Burada Allah'ın izni ile daha çok güzel tarih yazacağız, teşekkür ederim güzel yorumunuz için.
 
Üst