Yıl 1456. Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna, Venedik’ten, İtalyan asıllı bir heyet gelir. Sultan’a sunmak üzere, birçok değerli hediyeler vardır yanlarında. Araya hatırlı kişileri, elçileri aracı yaparak, Fatih Sultan Mehmet ile ısrarla görüşme talep ederler.
Padişah, gelen bu heyeti, onca rica ve minnete rağmen huzuruna kabul etmez. Elçilerle görüşmesi için Vezir-i Azam’ı görevlendirir. Venedik’ten gelen bu heyet, çaresiz, Vezir-i Azam ile görüşürler.
Görüşmenin konusu: "Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı ve içinde bulunan hazine" ile ilgilidir. Görüşmenin konusu oldukça ilgi çekicidir. Hazineden bahseden heyet, Vezir-i Azam’a hazinenin yerini söylemez… Hazinenin yerini söylemek için şu şartı öne sürerler: “Hazinenin yerini, sadece Padişah’a” söyleyeceklerdir. Bunun için, tekrar Padişah’tan görüşme talebinde bulunurlar.
Vezir-i Azam, heyet ile aralarında geçen konuşmaları Padişah’a aktarır.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın siyasi dehası bilinmektedir. ‘Bu işin içinde bir iş olabilir,’ diyerek heyetten bir temsilci ile görüşmeyi kabul eder. Belirlenen tarihte, seçilen temsilci, Fatih’in huzuruna çıkar ve şunları anlatır:
‘Yerebatan Sarnıcı diye bilinen mekânın içersinde bir hazine vardır. Hazine denilen şey; altın, gümüş, mücevher gibi maddi değeri olan şeyler değildir. Hazine, özel yapılmış bir lahit ve lahdin içindeki cesettir.’
Bu lahit ve içindeki ceset, Venedikli elçiye göre, ‘hazine değerindedir.’ Cesedin ise ‘Medusa’ diye adlandırılan efsanevî kişiye ait olduğu belirtilir. Bu ceset, mumyalanmış haldedir, Medusa diye tabir edilen saçları yılanbaşı ile yaratığı andıran bir şekildedir.
Fatih Sultan Mehmet Han’dan talepleri ise; ‘kendileri için çok önemli olan bu lahdi ve içindeki cesedi’ gelen bu heyete vermeleridir. Bu lahdin ve içindeki cesedin kendilerine verilmesi karşılığında da, Fatih’e birçok şey önerdikleri bilinmektedir.
Sırdaş’a kadar intikal eden bu bilgiler arasında, bir de şunlar da vardır: ‘Venedik’ten gelen elçilerin Hıristiyanlarla bir alakası olmadığı, gizemli, paganist bir tarikatın üyeleri olduğu’ bilgisi de vardır.
Bundan sonrası hakkında pek bir bilgi bulunmamaktadır…
Fatih Sultan Mehmet’in bu lahdin, çıkarılıp çıkarılmamasına izin verip vermediği ile ilgili sır bilgiler Abdülhamid Han’a kadar ulaşır. Abdülhamid Han, bu eksik kayıtları büyük bir ilgi ile takip eder ve işin ehillerine de konuyu incelettirir.
Abdülhamid Han’ın bu işle ilgilenerek takip etmesi, Medusa ile ilgili olarak, tarihi yanlışların önüne geçilmesini sağlamıştır. Sultan’ın uzak görüşlülüğü sayesinde, maksatlı olarak çarpıtılan bazı bilgilerin, doğru bir şekilde günümüze kadar ulaşması temin edilmiştir
Sultan Abdülhamid Han’ın, gizemli olaylara, sırlı hikâyelere olan ilgisi bilinmektedir. Sherlock Holmes’in hikâyelerini, İngilizceden Osmanlıcaya çevirttiği, okuduğu ve kütüphanesine koyduğu yine Homeros’un, İlyada ve Odysseia isimli eserlerini de aynı şekilde çevirtip, okuduğu bilinmektedir.
Abdülhamid Han’nın, Medusa ile ilgilenmesinin sebebi, Sırdaş'taki kayıtlardan hariç; Sultan’a, bu konu ile ilgili olarak yine birkaç elçinin geldiği, Vezirlerine, Yerebatan Sarnıcı’ndaki hazine ile ilgili bir şeyler fısıldadıkları, bu konuya olan ilgisini daha da arttırmıştır.
Abdülhamid Han, Devlet-i Âliye’nin bunca işi arasında, bu konuyu da ihmal etmemiş, görevlendirdiği birkaç kişi ile bu konunun iyice araştırılmasını sağlamıştır.
Medusa ile ilgili olarak gelen heyetle, Sultan’ın vazife verdiği görevliler temasa geçmiş, edinilen bilgiler Padişah’a rapor edilmiştir.
Araştırma neticesinde, gelen kişilerin kimlikleri ve ait oldukları teşkilatı (Gül ve haç örgütü) öğrenen Sultan Abdülhamid Han, bu heyetin taleplerini geri çevirmiş ve heyetten aktarılan bilgiler doğrultusunda da bu lahdi çıkarmaya karar vermiştir.
Abdülhamid Han’ın görevlendirdiği bir heyet, Derviş’in emri altında 'Medusa' ile ilgili çalışmaya başlamış, bu ekibe Yıldız İstihbaratı’nın en seçkin üyeleri de eşlik etmiştir.
Uzun uğraşlar sonucunda, Yerebatan Sarnıcı’nın -bugün kapanan dehlizlerinde- söz konusu lahit bulunmuştur.
Burada kısa bir not yazmakta fayda var: Bugünkü Yerebatan Sarnıcı birçok dehlizlere sahiptir. Bir ucu Haliç’e, bir ucu Ayasofya’ya hatta “Binbirdirek Sarnıcı” ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Günümüze gelene kadar, dehlizlere duvarlar çekilmiş, ağızları kapatılmış, birçok sırrı da örtülmüştür.
Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz günlerde; “Ayasofya’nın Sırrı Ortaya Çıktı” diye büyük bir hengâme kopmuş ve bu olay medyada geniş yankı bulmuştu. Bu dehlizlerden birine girilmiş ve çekimler yapılmıştı. Bir grup arkeolog ve bilim adamı eşliğinde yapılan bu çalışmalar neticesinde, Ayasofya’nın 150-200 metre altındaki derinliklerde su kuyularının bulunduğu, İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri dönemde, İngiliz askerlerinin bu kuyulara girip öldükleri anlaşılmıştır. Ölen askerlerin eşyaları da teşhir edilmiştir.
Yapılan bu çalışmalar neticesinde, dehlizlerin nerelere kadar gittiği bilinmiyor, bu konuda yapılan çalışmalar ne aşamada bilmiyoruz. Acaba yapılan bu çalışmaların Medusa’nın lahdi ile ilgisi var mı, bilmiyoruz…
Yine geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un röntgeni çekilmiştir. Bu çekimler neticesinde, bugünkü Çemberlitaş’ın alt kısımlarında, Yerebatan Sarnıcı gibi bir yapının olduğu tespit edilmiştir. Sarnıcın korunması ile ilgili medyada son zamanlarda birçok haber çıkmaktadır.
Sarnıcı korumak için üzerindeki bazı yerlerin kapatılacağı söylenmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Dünya Bankası’nın da finans ayırdığı bilinmektedir. Acaba bu bölgeye olan ilgi nedendir?
Biz yine konumuza dönelim:
Abdülhamid Han’ın araştırmaları netice vermiş ve lahit bulunmuştu. Abdülhamid Han lahdi bizzat yerinde görmüş, tonlarca ağırlıktaki bu lahdin kapağı indirilmiş, lahdin içinde görenleri dehşete düşüren bir yaratık görülmüştür.
İnsan başına benzeyen, kıvrımlı kıvrımlı dev bir yılan gibi, mumyalanmış, ancak bozulmaya başlamış bu yaratığı, orada bulunan çok az kişi görmüş ve onu görenler hayretler içerisinde kalmışlardır.
Abdülhamid Han, bir fermanla, lahdin derhal korunmaya alınmasını, görülen bu lahdin ve içindeki yaratığın kimseye anlatılmamasını emretmiştir.
Abdülhamid Han, bu konuyla ilgili olarak, ne yapacaklarına dair istişare etmek için, derin ehl-i ulema ve gönül gözü açık kişilerle çok gizli bir toplantı yapmıştır. Yapılan bu toplantı neticesinde; ortaya bir çok görüş atılmasına rağmen, şu görüş ağırlık kazanmıştır: Lahit ve içindeki cesed, halkta çeşitli fitnelere sebep olunmaması için gizlenecektir.
Ancak Abdülhamid Han, Derviş ve Sırdaş’ın bu konuyla alakalı bir tereddütleri vardır: Bu lahdi tekrar saklarlarsa, bu lahdin sırrını bilen şer güçler, ona büyük önem atfedenler, bu lahdin yerini tekrar öğrenebilirler mi?
Ertesi sabah ayrı bir heyetle konuyu istişare eden Sultan Abdülhamid Han, yine zekice bir karar vermiştir:
Lahit, gün ışığına çıkarılacak ancak içindeki ceset/yaratık gizlenecektir.
Abdülhamid Han, bu cesedin neye ait olduğunu merak etmiş ve öğrenmek istemişti. Bu ceset, neye ait olabilirdi? Bunun için yurt dışından ünlü bir biyolog bilim adamı getirildi. Cesedi, bu bilim adamına gösterdiler. Cesedi gören bilim adamı, dehşete düştü.
Getirilen bu bilim adamı, incelemesinin neticesini Padişaha sundu. Raporda şu ibareler oldukça dikkat çekiciydi: ‘Bu bozulmaya başlamış olan, dev görünümlü, insan başına benzeyen, yılan gibi kıvrılmış bu yaratık, muhtemelen dinozor çağından kalan dev bir yılan veya dinozora benzeyen bir yaratık…’
Bozulmaya başlamış olan bu mumya, insan başını andırdığı için mi insan denmekteydi?
Acaba bu cesedi halk görseydi ne derdi? Belki de ‘dev bir ejderha’ diye adlandıracaktı.
En ilginç olanı ise, o lahdin orada olduğunu ve lahdin sırrını bilen birilerinin (şeytani bir tarikat) asırlarca orada ayin yapmalarıdır.
Bu sırrı Fatih döneminde, Fatih’in bildiğine göre, bu örgüt, lahit ile ilgili sırrı kendi üyelerine, lahitteki cesedi göstererek veriyorlardı.
Ta ki, şöyle bir kayıta rastladıktan sonra işin durumu değişmiş olabilirdi:
Bir çingene çocuğu, rivayetlere göre dehlizlerden birine girmiş, çıkamamış, cesedi gördükten sonra o da sırra vakıf olmuş, dışarı çıktıktan sonra tüm İstanbul halkına: ‘Ben Şahmeran’ı (yarı insan yarı yılan) gördüm demesiyle ve bu söylentinin yayılmasıyla olayın boyutu başka bir yöne kaymıştır.
Kayıtlarda kopukluk olduğu için biz kara kaplı Sırdaş’taki kayıtları esas alıyoruz.
Sırdaş’ta bu konuyla ilgili ayrıca şunlar yazılı: Tonlarca ağırlıktaki bu lahdi, devrin en güçlü hamal ve tulumbacıları, urganlarla, bin bir güçlükle gün yüzüne çıkarmışlar, bugünkü Fatih Camii’nin avlusuna götürüp, halka kısa bir süreliğine teşhir etmişlerdir.
Sultan Abdülhamid Han’ın emriyle lahdin resmi çekilmiş ve devrin gazetelerinde yayınlattırılmıştır. İşte o dönemde yayınlanan Resimli Gazete de çıkan fotoğrafı.
Ekli dosyayı görüntüle 224032
Ekli dosyayı görüntüle 224033
Padişah, gelen bu heyeti, onca rica ve minnete rağmen huzuruna kabul etmez. Elçilerle görüşmesi için Vezir-i Azam’ı görevlendirir. Venedik’ten gelen bu heyet, çaresiz, Vezir-i Azam ile görüşürler.
Görüşmenin konusu: "Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı ve içinde bulunan hazine" ile ilgilidir. Görüşmenin konusu oldukça ilgi çekicidir. Hazineden bahseden heyet, Vezir-i Azam’a hazinenin yerini söylemez… Hazinenin yerini söylemek için şu şartı öne sürerler: “Hazinenin yerini, sadece Padişah’a” söyleyeceklerdir. Bunun için, tekrar Padişah’tan görüşme talebinde bulunurlar.
Vezir-i Azam, heyet ile aralarında geçen konuşmaları Padişah’a aktarır.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın siyasi dehası bilinmektedir. ‘Bu işin içinde bir iş olabilir,’ diyerek heyetten bir temsilci ile görüşmeyi kabul eder. Belirlenen tarihte, seçilen temsilci, Fatih’in huzuruna çıkar ve şunları anlatır:
‘Yerebatan Sarnıcı diye bilinen mekânın içersinde bir hazine vardır. Hazine denilen şey; altın, gümüş, mücevher gibi maddi değeri olan şeyler değildir. Hazine, özel yapılmış bir lahit ve lahdin içindeki cesettir.’
Bu lahit ve içindeki ceset, Venedikli elçiye göre, ‘hazine değerindedir.’ Cesedin ise ‘Medusa’ diye adlandırılan efsanevî kişiye ait olduğu belirtilir. Bu ceset, mumyalanmış haldedir, Medusa diye tabir edilen saçları yılanbaşı ile yaratığı andıran bir şekildedir.
Fatih Sultan Mehmet Han’dan talepleri ise; ‘kendileri için çok önemli olan bu lahdi ve içindeki cesedi’ gelen bu heyete vermeleridir. Bu lahdin ve içindeki cesedin kendilerine verilmesi karşılığında da, Fatih’e birçok şey önerdikleri bilinmektedir.
Sırdaş’a kadar intikal eden bu bilgiler arasında, bir de şunlar da vardır: ‘Venedik’ten gelen elçilerin Hıristiyanlarla bir alakası olmadığı, gizemli, paganist bir tarikatın üyeleri olduğu’ bilgisi de vardır.
Bundan sonrası hakkında pek bir bilgi bulunmamaktadır…
Fatih Sultan Mehmet’in bu lahdin, çıkarılıp çıkarılmamasına izin verip vermediği ile ilgili sır bilgiler Abdülhamid Han’a kadar ulaşır. Abdülhamid Han, bu eksik kayıtları büyük bir ilgi ile takip eder ve işin ehillerine de konuyu incelettirir.
Abdülhamid Han’ın bu işle ilgilenerek takip etmesi, Medusa ile ilgili olarak, tarihi yanlışların önüne geçilmesini sağlamıştır. Sultan’ın uzak görüşlülüğü sayesinde, maksatlı olarak çarpıtılan bazı bilgilerin, doğru bir şekilde günümüze kadar ulaşması temin edilmiştir
Sultan Abdülhamid Han’ın, gizemli olaylara, sırlı hikâyelere olan ilgisi bilinmektedir. Sherlock Holmes’in hikâyelerini, İngilizceden Osmanlıcaya çevirttiği, okuduğu ve kütüphanesine koyduğu yine Homeros’un, İlyada ve Odysseia isimli eserlerini de aynı şekilde çevirtip, okuduğu bilinmektedir.
Abdülhamid Han’nın, Medusa ile ilgilenmesinin sebebi, Sırdaş'taki kayıtlardan hariç; Sultan’a, bu konu ile ilgili olarak yine birkaç elçinin geldiği, Vezirlerine, Yerebatan Sarnıcı’ndaki hazine ile ilgili bir şeyler fısıldadıkları, bu konuya olan ilgisini daha da arttırmıştır.
Abdülhamid Han, Devlet-i Âliye’nin bunca işi arasında, bu konuyu da ihmal etmemiş, görevlendirdiği birkaç kişi ile bu konunun iyice araştırılmasını sağlamıştır.
Medusa ile ilgili olarak gelen heyetle, Sultan’ın vazife verdiği görevliler temasa geçmiş, edinilen bilgiler Padişah’a rapor edilmiştir.
Araştırma neticesinde, gelen kişilerin kimlikleri ve ait oldukları teşkilatı (Gül ve haç örgütü) öğrenen Sultan Abdülhamid Han, bu heyetin taleplerini geri çevirmiş ve heyetten aktarılan bilgiler doğrultusunda da bu lahdi çıkarmaya karar vermiştir.
Abdülhamid Han’ın görevlendirdiği bir heyet, Derviş’in emri altında 'Medusa' ile ilgili çalışmaya başlamış, bu ekibe Yıldız İstihbaratı’nın en seçkin üyeleri de eşlik etmiştir.
Uzun uğraşlar sonucunda, Yerebatan Sarnıcı’nın -bugün kapanan dehlizlerinde- söz konusu lahit bulunmuştur.
Burada kısa bir not yazmakta fayda var: Bugünkü Yerebatan Sarnıcı birçok dehlizlere sahiptir. Bir ucu Haliç’e, bir ucu Ayasofya’ya hatta “Binbirdirek Sarnıcı” ile bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Günümüze gelene kadar, dehlizlere duvarlar çekilmiş, ağızları kapatılmış, birçok sırrı da örtülmüştür.
Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz günlerde; “Ayasofya’nın Sırrı Ortaya Çıktı” diye büyük bir hengâme kopmuş ve bu olay medyada geniş yankı bulmuştu. Bu dehlizlerden birine girilmiş ve çekimler yapılmıştı. Bir grup arkeolog ve bilim adamı eşliğinde yapılan bu çalışmalar neticesinde, Ayasofya’nın 150-200 metre altındaki derinliklerde su kuyularının bulunduğu, İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri dönemde, İngiliz askerlerinin bu kuyulara girip öldükleri anlaşılmıştır. Ölen askerlerin eşyaları da teşhir edilmiştir.
Yapılan bu çalışmalar neticesinde, dehlizlerin nerelere kadar gittiği bilinmiyor, bu konuda yapılan çalışmalar ne aşamada bilmiyoruz. Acaba yapılan bu çalışmaların Medusa’nın lahdi ile ilgisi var mı, bilmiyoruz…
Yine geçtiğimiz günlerde, İstanbul’un röntgeni çekilmiştir. Bu çekimler neticesinde, bugünkü Çemberlitaş’ın alt kısımlarında, Yerebatan Sarnıcı gibi bir yapının olduğu tespit edilmiştir. Sarnıcın korunması ile ilgili medyada son zamanlarda birçok haber çıkmaktadır.
Sarnıcı korumak için üzerindeki bazı yerlerin kapatılacağı söylenmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Dünya Bankası’nın da finans ayırdığı bilinmektedir. Acaba bu bölgeye olan ilgi nedendir?
Biz yine konumuza dönelim:
Abdülhamid Han’ın araştırmaları netice vermiş ve lahit bulunmuştu. Abdülhamid Han lahdi bizzat yerinde görmüş, tonlarca ağırlıktaki bu lahdin kapağı indirilmiş, lahdin içinde görenleri dehşete düşüren bir yaratık görülmüştür.
İnsan başına benzeyen, kıvrımlı kıvrımlı dev bir yılan gibi, mumyalanmış, ancak bozulmaya başlamış bu yaratığı, orada bulunan çok az kişi görmüş ve onu görenler hayretler içerisinde kalmışlardır.
Abdülhamid Han, bir fermanla, lahdin derhal korunmaya alınmasını, görülen bu lahdin ve içindeki yaratığın kimseye anlatılmamasını emretmiştir.
Abdülhamid Han, bu konuyla ilgili olarak, ne yapacaklarına dair istişare etmek için, derin ehl-i ulema ve gönül gözü açık kişilerle çok gizli bir toplantı yapmıştır. Yapılan bu toplantı neticesinde; ortaya bir çok görüş atılmasına rağmen, şu görüş ağırlık kazanmıştır: Lahit ve içindeki cesed, halkta çeşitli fitnelere sebep olunmaması için gizlenecektir.
Ancak Abdülhamid Han, Derviş ve Sırdaş’ın bu konuyla alakalı bir tereddütleri vardır: Bu lahdi tekrar saklarlarsa, bu lahdin sırrını bilen şer güçler, ona büyük önem atfedenler, bu lahdin yerini tekrar öğrenebilirler mi?
Ertesi sabah ayrı bir heyetle konuyu istişare eden Sultan Abdülhamid Han, yine zekice bir karar vermiştir:
Lahit, gün ışığına çıkarılacak ancak içindeki ceset/yaratık gizlenecektir.
Abdülhamid Han, bu cesedin neye ait olduğunu merak etmiş ve öğrenmek istemişti. Bu ceset, neye ait olabilirdi? Bunun için yurt dışından ünlü bir biyolog bilim adamı getirildi. Cesedi, bu bilim adamına gösterdiler. Cesedi gören bilim adamı, dehşete düştü.
Getirilen bu bilim adamı, incelemesinin neticesini Padişaha sundu. Raporda şu ibareler oldukça dikkat çekiciydi: ‘Bu bozulmaya başlamış olan, dev görünümlü, insan başına benzeyen, yılan gibi kıvrılmış bu yaratık, muhtemelen dinozor çağından kalan dev bir yılan veya dinozora benzeyen bir yaratık…’
Bozulmaya başlamış olan bu mumya, insan başını andırdığı için mi insan denmekteydi?
Acaba bu cesedi halk görseydi ne derdi? Belki de ‘dev bir ejderha’ diye adlandıracaktı.
En ilginç olanı ise, o lahdin orada olduğunu ve lahdin sırrını bilen birilerinin (şeytani bir tarikat) asırlarca orada ayin yapmalarıdır.
Bu sırrı Fatih döneminde, Fatih’in bildiğine göre, bu örgüt, lahit ile ilgili sırrı kendi üyelerine, lahitteki cesedi göstererek veriyorlardı.
Ta ki, şöyle bir kayıta rastladıktan sonra işin durumu değişmiş olabilirdi:
Bir çingene çocuğu, rivayetlere göre dehlizlerden birine girmiş, çıkamamış, cesedi gördükten sonra o da sırra vakıf olmuş, dışarı çıktıktan sonra tüm İstanbul halkına: ‘Ben Şahmeran’ı (yarı insan yarı yılan) gördüm demesiyle ve bu söylentinin yayılmasıyla olayın boyutu başka bir yöne kaymıştır.
Kayıtlarda kopukluk olduğu için biz kara kaplı Sırdaş’taki kayıtları esas alıyoruz.
Sırdaş’ta bu konuyla ilgili ayrıca şunlar yazılı: Tonlarca ağırlıktaki bu lahdi, devrin en güçlü hamal ve tulumbacıları, urganlarla, bin bir güçlükle gün yüzüne çıkarmışlar, bugünkü Fatih Camii’nin avlusuna götürüp, halka kısa bir süreliğine teşhir etmişlerdir.
Sultan Abdülhamid Han’ın emriyle lahdin resmi çekilmiş ve devrin gazetelerinde yayınlattırılmıştır. İşte o dönemde yayınlanan Resimli Gazete de çıkan fotoğrafı.
Ekli dosyayı görüntüle 224032
Ekli dosyayı görüntüle 224033