kıssalardan hisseler!

sandalci14

Operatör
Katılım
8 Ocak 2019
Mesajlar
1,253
Tepkime puanı
1,158
Puanları
17
Yaş
48
Konum
ankara
Müslümanlara bu çeşmeden su içmek haram!!!!!!
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:...“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
*Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama. Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş.

Ekli dosyayı görüntüle 238773
 

hayalsaati

Bilgili Üye
Katılım
13 Ocak 2019
Mesajlar
206
Tepkime puanı
64
Puanları
5
Ekli dosyayı görüntüle 238774
Müsadeniz varsa bir kıssa da ben paylaşayım. Daha önce paylaşıldıysa affola.
Kitabesinde belirtildiği üzere bânisi İbrahim Çavuştur ve inşa tarihi 1591-92 yıllarıdır. Takkeci İbrahim Ağa'nın bu camiyi yaptırma hikâyesi de oldukça ilgi çekicidir: İbrahim Ağa engin bir tevazu ve tevekkül içinde takke yaparak geçinen kanaatli bir adamdı. En büyük arzusu ise bir camii yaptırmaktı. Onun bu isteğini bilen arkadaşları bazen ona takılır:
- İbrahim Efendi, daha ekmeğini zor kazanıyorsun camiyi neyle yaptıracaksın derlermiş. Fakat Takkeci İbrahim Efendi hiçbir zaman ümidini yitirmez, devamlı dua edermiş:
- Umulur ki derya tutuşa, dermiş. İçinde beslediği cami yaptırma arzusunu hiçbir zaman kaybetmemiş.
Bir gece rüyasında:
- Bağdat'a git, Köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır, onu al ye! Diyen bir zat görür. Üç üzüm tanesi için aylarca sürecek meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk gözü alınabilir miydi? Bunun için İbrahim Ağa önceleri rüyasına pek ehemmiyet vermez. Fakat ertesi gece ve daha birçok geceler rüyası tekrarlanır.
- Bağdad'a git, üç üzüm tanesi kısmetini al!
Bunun üzerine İbrahim Ağa hazırlanır ve aylardan sonra Bağdat'a varır. Medinet'üs-selam Köprüsü'nün karşısındaki bir aşçı dükkanın peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir. Kalkar olgun bir salkımdan üç tane kopararak ağzına atar. Bu sırada yanına gelen bir ihtiyar:
- Arkadaş, der! Ne düşünüyorsun, Bağdad'a niçin geldin?...
İbrahim Ağa rüyasını anlatır. İhtiyar gevrek bir kahkaha ile:
- Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri rüya görürüm ve bana İstanbul'da Topkapı dışında Topçularda bir Takkecinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git, aç, al derler de yine ehemmiyet vermem. Sen üç üzüm tanesi için Bağdat'a gelmişsin, doğrusu pek saf adammışsın, der.
İbrahim Ağa'nın gözünde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen yer kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar ve İstanbul'a gelir. Kömürlüğü kazar, silme dolu üç küp altını bulur ve camiyi yaptırır.
 

sandalci14

Operatör
Katılım
8 Ocak 2019
Mesajlar
1,253
Tepkime puanı
1,158
Puanları
17
Yaş
48
Konum
ankara
valla ne yalan söyleyim bu işlerden tek kuruş kazancım yok ancak olurda yüksek meblağ elde edersem ahdım var öyle herkes gibi spor araba lüks ev alem hayalim yok.15 milyon civarı tutuyor ulus çinçin mahallesine kız erkek kuran kursu bulunan camili külliye yaptıracağım burda paylaşacağım,diyanet yeri verirse veya belediye ,15 milyon yetiyor.
 

Meltun

Bilgili Üye
Katılım
4 Şub 2019
Mesajlar
398
Tepkime puanı
333
Puanları
9
Buda Geçer
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.
Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek
biri
olup olmadığını sorar.



Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu
söyler
ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık
verirler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların
anlattıklarından,
Şakir in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki
ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir.


Derviş, Şakir in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir
edilir,
yer, içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem gönlü
geniş
insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip, derviş Şakir e teşekkür
ederken,
"Böyle zengin olduğun için hep şükret" der.


Şakir ise söyle cevap verir: "Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen
görünen,
gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."




Derviş, Şakir in çiftliğinden ayrıldıktan sonra, bu söz üzerine uzun
uzun
düşünür. Birkaç yıl sonra, dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir
i
hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet
ederken Şakir den söz eder. "Haa o Şakir mi" der köylüler, "O iyice
fakirledi, şimdi Haddad ın yanında çalışıyor."




Derviş hemen Haddad ın çiftliğine gider, Şakir i bulur. Eski dostu
yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir
sel
felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Topraklan da
işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş
ve
biraz daha zenginleşmiş olan Haddad ın yanında çalışmak kalmıştır.
Şakir ve
ailesi üç yıldır Haddad ın hizmetkârıdır. Şakir bu kez dervişi son
derece
mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla
paylaşır...
Derviş vedalaşırken Şakir e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün
olduğunu
söyler ve Şakir den şu cevabı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."




Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.
Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş,
ailesi
olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu
Şakir
e bırakmıştır. Şakir Haddad ın konağında oturmaktadır, kocaman
arazileri ve
binlerce sığın ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski
dostunu iyi
gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: "Bu
da
geçer..."




Bir zaman sonra derviş yine Şakir i arar. Ona bir tepeyi işaret
ederler.
Tepede Şakir in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: "Bu da geçer."
Derviş, "Ölümün nesi geçecek" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir
in
mezarını ziyaret etmek için geri döner, ama ortada ne tepe vardır ne de
mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir den geriye bir
iz
dahi almamıştır... O aralar ülkenin Sultanı, kendisi için çok değişik
bir
yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu
tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine
kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse Sultanı tatmin edecek
böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultan ın adamları da bilge dervişi bulup,
yardım
isterler. Derviş, Sultan ın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.
Kısa
bir süre sonra yüzük Sultan a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz,
çünkü
son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır,
biraz
düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer"
yazmaktadır.
Alıntıdır

 

Meltun

Bilgili Üye
Katılım
4 Şub 2019
Mesajlar
398
Tepkime puanı
333
Puanları
9
Piri Baba ve Eski Hamam
Merzifon demek Piri Baba demektir. Piri Baba'da Merzifon demektir. Piri
Baba Merzifon'un kişiliğidir.

Piri Baba bazı efsanelerde ayakkabıcıdır. Bazı efsaneler de ozandır.
Bazı efsanelerde de, Eski Hamamda tellaktır.

"Piri Baba öğlene kadar erler ile yıkanır imiş, öğleden sonra da
avratlar ile yıkanır imiş. Kendi halinde meczup bir veliymiş. Bazıları bu
nasıl iştir diye Sultan Mehmet'e durumu arzederler. Ama yine de Piri
Baba'ya kimse dokunamaz imiş."

"Günlerden bir gün hamamda otururken, müşteriler hamamın terlemesinden
yakınırlar. Buz gibi soğuk su damlalarının sırtlarına düşmesinden
rahatsız olduklarını söylerler. Piri Baba parmağıyla tavanı işaret eder.

- Ya hamam! Terleme! Der.

O gün bu gün eski hamam terlemez."

"Bir gün dahi külhan yanarken cus edip mübarek elinde bir yük ekseri
olup, ekseri külhan ocağında bir taşa yumruğu ile kakar. İşte külhanın
üzerine gelen halvette Piri Baba'nın takunyalarının izi ve yumruğunun izi
bulunmaktadır. "

"Piri Baba Sufilerin - Mel'matî dedikleri cinsten bir coşkun delidir."

Piri Baba'nın Eski Hamamda tellaklık yaparken gösterdiği pek çok
kerametten söz edilir. Bunlardan birinde de şöyle denir.

Günlerden bir gün Eski Hamamın külhancısı ağır hastalanmış. Hamam
sahibi de tasalanmış. Hamamın haznesini yakmak, külhancılık öyle kolay bir
iş değilmiş. Her babayiğit külhan ocağının karşısında sıcakta durupta
odun atmaya dayanamazmış.

Hamam sahibi, hamamında tellaklık yapan genç delikanlı Piri Baba'yla
dertleşmiş.

- Ben şimdi nereden külhancı bulacağım. Zor durumdayım, diye yakınmış.

Piri Baba'da ustasını çok severmiş.

Hiç üzülme. Git sende dinlen. Kırk gün bu hamamın sorumluluğu bana ait.
Yalnız gözünün arkada kalmayacağına söz ver. Giderken dönüp arkana
bakma bile. Kırk gün sonra çık gel. Ama sakın şaşıp yanılıp ta kırk günden
önce çıkagelme, sözünde durmazsan tüm çabam boşa gider.

Diye hamam sahibine tembih etmiş. Hamam sahibi de:

- Bu deli oğlan birşeyler kuruyor ama hadi hayırlısı. Dediğini bir
yapalım bakalım, diye düşünmüş.

Gidip evine kapanmış. Yalnız her akşam üzeri hamama gelir hasılatı Piri
Baba'dan alırmış. Ama Piri Baba'ya verdiği sözü tutar külhanı hiç
dolaşmazmış.

Günler günleri kovalamış. Eskiden eşeklerle katar katar odunlar hergün
hamam taşınırken; artık hamama kimsenin odun getirmez olduğu hamamcını
ilgisini çekmiş.

- Yav, bu deli oğlan külhanı neyle yakar acep? İşin başına geçtiğinden
beri hamama ne bir oduncu uğradı, nede bir eşeğin sırtında odun yüküne
rastladım. Bu oğlan külhanı neyle ısıtır acep? Diye meraklanır
dururmuş.
Hamamcının merakı her gün biraz daha artmış. Günlerde 39'a dayanmış.

"Otuzdokuz da bir, kırkta bir. Artık dayanamıyorum gidip bakacağım"
demiş.

Doğru külhana yollanmış.

Bir de ne görsün? Su haznesinin altında bir tek mum yanmakta. Koca
hamam bu mum ile ısınmakta.

Tam bu sırada içeriye Piri Baba girmiş:

- 39 gün bekledinde, bir gün bekleyemedin mi? Bir gün daha bekleseydin
hamamı gaipten ısıtacaktım, demiş.

Yani hamamcı bir gün daha bekleseymiş yeraltında sıcak su fışkıracakmış
ve hamam öyle çalışacakmış. Hamamcının aceleciliği ve merakı yüzünden
Piri Baba'nın kerameti bozulmuş. Hamamcı çok pişman olmuş ama iş işten
geçmiş. Hamamı mumla ısıttığını gelip görmeseymiş Allah'ta ona kudretten
sıcak su gönderecekmiş.
Alıntıdır
 

Mal bulanındır

BELKIDE INSANLARIN ELINDE KALAN SON SEY UMUTLARIDI
Katılım
27 Nis 2018
Mesajlar
7,967
Tepkime puanı
9,648
Puanları
23
Konum
Yaşamın olduğu her yer
valla ne yalan söyleyim bu işlerden tek kuruş kazancım yok ancak olurda yüksek meblağ elde edersem ahdım var öyle herkes gibi spor araba lüks ev alem hayalim yok.15 milyon civarı tutuyor ulus çinçin mahallesine kız erkek kuran kursu bulunan camili külliye yaptıracağım burda paylaşacağım,diyanet yeri verirse veya belediye ,15 milyon yetiyor.
Dusuncen guzelde sectigin mekan ilginc ..oraya anca hayrina kom sube acarsan paklar...diyanet izin verse oranin sorunlu kisileri izin vermez
 

Meltun

Bilgili Üye
Katılım
4 Şub 2019
Mesajlar
398
Tepkime puanı
333
Puanları
9
PADİŞAH İLE İHTİYAR ADAM
Soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet ederek yanına baş vezirini alıp şöyle bir gezmek vatandaşlarını görmek maksadıyla yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış: “Selamünaleyküm ey Pir’i fani…”
İhtiyar : “Aleykümselam ey Serdar’ı cihan…”
Padişah sormuş: “Altılarda ne yaptın?”
İhtiyar : “Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…”
Padişah gene sormuş: “Geceleri kalkmadın mı?”
İhtiyar : “Kalktık… Lakin ellere yaradı…”
Padişah gülmüş: “Bir kaz göndersem yolar mısın?”
İhtiyar : “Hem de ciyaklatmadan…”
Ekli dosyayı görüntüle 238893
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.
Padişah baş vezire dönmüş: “Ne konuştuğumuzu anladın mı?”
Baş vezir : “Hayır padişahım…” demiş.
Padişah sinirlenmiş: “Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.” Demiş.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
Baş vezir ihtiyara : “Ne konuştunuz siz padişahla…” demiş.
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: “Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.” Demiş.
Kellesinden korkan Baş vezir, yüz altını hemen vermiş ve “Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.” Diye sormuş.
İhtiyar : “Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.” Demiş.
Vezir kafasını kaşımış ve “Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?…”
İhtiyar adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış ve “Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı Ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.”
Vezir bir soru daha sormuş… “Geceleri kalkmadın mı ne demek?”
Adam bir yüz altın daha almış ve “Çocukların yok mu diye sordu… Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…”
Vezir gene kafasını sallamış ve ” Sana bir kaz göndersem yolarmısın dedi, o ne demek…”
İhtiyar adam gülmüş ve “Onu da sen bul…” demiş.
 

Gcguess

Aktif Üye
Katılım
3 Eyl 2018
Mesajlar
161
Tepkime puanı
36
Puanları
5
Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

– Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

— Akşam garip bir rüya gördüm.

– Hayırdır inşallah?..

— Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

– Nasıl yani?

— Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;

— Kimdir bu?

Ahali: Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!..

— Nerden biliyorsunuz?

– Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz…

Bir başkası tafsilata girer;

– Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun, der.

– Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :

— Nereye?

– Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem… Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

– İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

– Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

— Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından.

– Aman efendim, nasıl kaldırırız?

— Basbayağı kaldırırız işte.

– Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…

— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

– Şurada bir mahalle mescidi var ama…

— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

– Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…

— Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

– Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…

— Nasıl yani?..

– Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..

— Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

– Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…

– Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir… Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapar… Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..

— Niye? – Ümmeti Muhammed içmesin diye…

— Hayret…

– Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara… Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum…

— Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…

– Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe’yi görmeli…

— Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

– İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya… Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada…

— Doğru, öyle ya?..

– Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

— Peki o ne dedi?

– Önce uzun uzun güldü, sonra;

– Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
 

Gcguess

Aktif Üye
Katılım
3 Eyl 2018
Mesajlar
161
Tepkime puanı
36
Puanları
5
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı."Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi.Usta kıkırdayarak, çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
"Hayır" diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi:
"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."
 

Meltun

Bilgili Üye
Katılım
4 Şub 2019
Mesajlar
398
Tepkime puanı
333
Puanları
9
YEŞİM TAŞI
Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve
mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam,
iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki
en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş,
yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından
kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam
anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir
mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri
bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten
sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.
"Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma.
Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve
şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen
annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da
kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk
konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi
artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam
sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister.
Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.
Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım,
böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.
Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı."
diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene
ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.
Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat
kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp
taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.

Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu,
her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.
Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra,
büyük ustanın karşısına çıkmış.
Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince,
genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun,
bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği
gururla elini uzatmış, avucunu açmış.

"İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım,
şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap
vermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da
aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."
Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini
kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.

Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış,
mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana
böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra
söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken,
yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış.
Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp
çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı
biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:
"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"

Öğrenmek için zaman gerekir,
sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir.
Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir
ama öğrenmenin esası değişmez.

 
Son düzenleme:

Meltun

Bilgili Üye
Katılım
4 Şub 2019
Mesajlar
398
Tepkime puanı
333
Puanları
9
KRAL ve EŞLERİ
Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın dört eşi varmış.
Kral en çok dördüncü eşini sever, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini, en iyisini ona verirmiş.
Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır,üzerine titrermiş.
Kral ikinci eşini de severmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş.

Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven,sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral bu eşini hiç sevmez ve onunla hiç ilgilenmezmiş.

Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış.

Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.

En çok sevdiği dördüncü eşine, "Ölüm yolculuğunda bana eşlik etmek ister misin?" diye sorduğunda, aldığı yanıt kalbine bir bıçak gibi saplanan, kısa ve net, "Mümkün değil!" olmuş.

"Hayatim boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin?" sorusunu üçüncü eşi, "Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim." diye yanıtlamış ve kral bir kez daha yıkılmış.

"Her sorunumda, her zaman yanımda olan, bana yardim eden sendin. Bu sorunumda da bana yardımcı olur musun?" sorusuna karşı, ikinci esinden, "Bu sorunun için bir şey yapamam. Olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım." karşılığını almış.

Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesiyle irkilmiş:

"Nereye gidersen git, seninle olurum, seni takip ederim."

"Ah!" diye inlemiş kral; "Keşke bir şansım daha olsaydı..."


Aslında gerçek Yaşamda hepimiz dört eşliyiz...

Dördüncü eşimiz "vücudumuz"! Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecektir.

Üçüncü eşimiz "sahip olduğumuz servet ve statümüz"! Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.

İkinci eşimiz "ailemiz ve dostlarımız"! Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey, bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.

Ve birinci eş... "ruhumuz"!
 
Üst