Bir ermeni mezar taşi görsel.

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

mayhem

Co Admin
Co Admin
Katılım
18 Eki 2015
Mesajlar
5,814
Tepkime puanı
5,446
Puanları
24
emeğine sağlık güzel paylaşımlar
 

Koleksiyoner

Yeni Üye
Katılım
22 Kas 2012
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
66
Makaslı mezar siteli ermeni Ölen terzi imiş .
 
Son düzenleme:

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64
[h=3]Tarih[/h]


[h=3]Mitoloji'de ay tanrıçası Selene'nin kutsal dağı[/h]
Helenistik dönemde çok sevilen bir Mitos'a göre, Ay Tanrıçası Selene, Latmos dağında çobanlık yaparken uykuya yatmış olan genç ve güzel Endymion'u görür ve ona aşık olur. Efsaneye göre kavalından başka hiçbir şeyi olmayan çoban geceleri uyuduğunda Tanrıça Selene onun üzerine eğilir ve gümüş ışığıyla onu sararmış.



Kimi anlatıma göre, tanrılar tanrısı Zeus’un bu aşkdan etkilenerek, kimi anlatıma göre de bu aşkı kıskandığı için Endymion'u ölümsüz kıldığı, ancak onu sonsuz bir uykuya yatırdığı rivayet edilmiştir. O gün bu gündür Latmos dağlarında çobanın kavalı her gece duyulur, Selene'nin ışığı da her zaman onu sarar olmuş. Söylenceye göre bu birliktelikten elli çocukları olduğu da anlatılmaktadır. Bu efsane Anne Louis Girodet, Paolo Andrea Trisconi vb. çok sayıda ressam ve de heykeltraşa da ilham kaynağı olmuştur.



[h=3]Her dönemde tarihin kalbinin attığı bir coğrafya[/h]
Türkiye'de yerleşik kadim uygarlıkların izlerini taşıyan ve de en zengin bitki örtüsüne sahip ekosistemleri barındırdığını kolaylıkla iddia edebileceğimiz bu yörede mağara yerleşimleri ile başlayan, İonya, Karya, Likya, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait türlü yaşam izlerine rastlamak olasıdır.




Arkaik dönemde Büyük Menderes bugün denize döküldüğü yerden 50 km daha içerden, Söke yakınlarından denize akmaktaydı. Nehrin getirdiği alüvyonlarla oluşan Söke Ovası’nın yerinde o zaman Latmos Körfezi, körfezin kıyısında da Myus, Priene, Miletos, Herakleia gibi Ege’nin önemli liman kentleri bulunuyordu.



Helenistik ve Roma dönemine gelindiğinde Priene ve Myus liman kenti olma niteliklerini çoktan kaybetmişlerdi. Bafa’nın, dolayısıyle Herakleia’nın denizle ilişkisinin tamamen kesilişi M.S. 50-300 yılları arasında olmuştur. Miletos ise Osmanlı döneminde henüz Balat limanı olarak kullanılırken, bu dönemden sonra limanın dolması ve kullanılmaz hale gelmesi sonucu şehir giderek önemini yitirmiştir.


[h=3]Prehistorik dönemde yaşamış olan yerleşiklerden bize kalan izler[/h]
Latmos dağı zirvesinin yakınlarında çok sayıda mağarada ya da kaya nişlerinde prehistorik döneme ait kaya resimlerine rastlanmaktadır. Bu resimlerde nelerin tasvir edildiği tam olarak bilinmemekle birlikte, dünya üzerinde şimdilik benzerlerine rastlamadığı kesindir. Resimlerde genel olarak dişi ve erkek insan figürlerinin törensel olarak yorumlanabilecek etkinlikler içinde görüyoruz. Resimlerde hayvan betimlemeleri ise nispeten nadir görülmektedir.






Bu resimlerden en güzelleri Karadere mağarasında görülebilir. Suratkaya’da görülen tasvirlerin ise yöreye intikal etmiş olduğu düşünülen Hihitliler’e ait olduğu sanılıyor.




[h=3]Antik Çağ[/h]
1300 metrelik yüksekliği ile Latmos Dağı(Beşparmak) ve Latmos Körfezi İonya ile Karya arasında doğal bir sınır oluşturmaktaydı. Helen kökenli İonlar yöreye gelmeden önce burada Karlar yaşıyordu. Bölgeye Milet adını veren Homeros’dur.



Strabon da Bodrum yarımadasında yerleşik Leleg halkından Pedasalılar’ın Bafa’ın güneydoğusundaki Ilbira dağı eteğinde aynı adlı ikinci bir kent kurmuş olduklarını, yerleşim alanlarının ve mezarlarının da burada olduğunu yazar. Gerçekten de, biri Pınarcık köyünün batısındaki Zeytin Dağı’nda, diğeri Beşparmak dağlarındaki Asartepe’de tespit edilmiş iki yerleşim alanı vardır ki, bunların Bodrum yarımadasında rastlanan Leleg yapıları ile benzerlikleri aşikardır. Bu yerleşimleri çevreleyen duvarlar 1,5-2,5 m kalınlığında, 2 m yüksekliğinde, 150x80 metre çapında birer oval şeklinde yapılmıştır. Yörede seramik parçacıklarına rastlanmadığından, bunların geçici, korunma ihtiyaçlı kale vazifesi mi, yoksa gözlem amaçlı yerleşkeler mi olduğu kesinlik kazanmamıştır. İonyalıların yöreye intikalinden sonra zamanla iki halk birbirine karışmıştır. Miletos, Priene ve Myus Ion hegemonyasına katılmış, sadece Herakleia halkı Kar kimliğini sürdürmüştür.


[h=3][/h][h=3]Myus[/h]
İon soyundan Hellenlerin Anadolu’da ilk ele geçirdiği kentlerden biridir. Tarihçi Strabon, Myus’un Atina kralı Kadrosun oğlu Kydrelos tarafından kurulduğunu yazar. Gerek Strabon, gerekse Herodot Myus’un Panion birliğine dahil 12 kentten birisi olduğunu yazmışlardır. Herodot’a göre Pers donanması M.Ö.499 yılında Myus açıklarına demirlemiş, Myus da M.Ö.494 yılında Perslere karşı başlayan Lade Deniz Savaşına 3 gemiyle katılmıştır. Antik dönemde Myus’da faaliyet gösteren taş ocaklarından çıkarılan gnays taşının Milet’te, Kalabak tepe üzerinde yer alan arkeik dönem sur duvarları ile Athena Tapınağının inşasında kullanılmış olduğunu biliyoruz, ancak Myus’un kuzeyinde kalan Aşağı Menderes havzasındaki kurşun yataklarının o dönemlerde kullanıldığına dair henüz kesin kanıt yok.



Strabon, Büyük Menderes’in getirdiği alüvyonlar ile Latmos körfezinin bataklığa dönüştüğünü, Myus’un zamanla liman niteliğini kaybettiğini, ortaya çıkan sivrisinek sorunu ve buna bağlı sıtma hastalığıyla başa çıkamayan halkın kenti terk etmek zorunda kaldığını yazar. Bugünkü Avşar köyünün yakınındaki Myus’da yapılan kazılarda Dionysos tapınağına ait parçalar, arkaik döneme ait sur duvarları ve bir Bizans kalesi ortaya çıkarılmıştır.

[h=3][/h][h=3]Priene[/h]
Büyük Menderes vadisinin batı ucunda, Söke ilçesi sınırları içinde bulunan antik Priene kenti Iyonya'nın en erken yerleşim yerlerinden biridir. İlk yerleşim yeri kesin olarak bilinmemekle birlikte, M.Ö. 1200 yıllarında bugünkü konumunun 8 km kadar doğusunda, Söke Ovası’nın ortasında, Dor göçleri sırasında Atina Kralı Kodros’un torunlarından Aegyptus tarafından kurulmuş olduğu bilinmektedir. İlk kurulan kentin büyük olasılıkla M.Ö. 350'li yıllarda meydana gelen yıkıcı bir deprem sonucu Menderes deltasına gömüldüğü tahmin edilmektedir. Yeni kent M.Ö. 334 yıllarında Büyük İskender’in yöreye intikali sırasında bugünkü yerinde henüz inşa edilmekteydi. Günümüze nispeten korunmuş olarak ulaşmış olan yeni kentin üzerine kurulduğu dik yamaç güneye bakar. Kent planı hippodamik tarzda olup, doğu-batı doğrultusunda uzanan 7m genişliğindeki altı ana yolu diklemesine kesen 3.5 m genişliğindeki onbeş tali yol ile 80 eşit parsele ayrılmış, her parsele sekiz ev düşecek şekilde düzenlenmiştir. Kent güvenlik kuleleri olan iki metre kalınlığında taş duvarlar ile çevrili olup, üç ana giriş kapısı vardır.



Büyük Menderes fay hattı üzerinde bulunan kalıntılarda yapılan deprem araştırmaları yeni kentin de kuruluşundan sonra oluşan depremlerde hasara uğramış olduğunu göstermektedir. Son deprem 1955 yılında komşu antik Milet üzerinde kurulan Balat’da meydana gelmiştir. Yeni Priene de kuruluşunda gene Latmos körfezi kıyısındayken, gezgin Strabon daha milat yıllarında Priene’nin denizden 6 km kadar içerde kalmış olduğunu yazmıştır. Bir zamanlar bir Ege Limanı olarak kurulan komşu İon kentleri gibi Priene de asırlar boyu Menderes’in taşımış olduğu alüvyonların körfezi doldurması sonucu şimdi denizden 13 kilometre içeride bulunuyor.



Başlangıçta Atina’ya bağlı bir İon kenti olan Priene, daha sonra Lidya’nın egemenliğine girmiştir. M.Ö. 6. yy’ın ortalarında antik çağın yedi bilgesinden biri olan Bias tarafından yönetildiği bilinmektedir. M.Ö. 545 yılında kent Perslerin eline geçmiş, M.Ö. 499’da İonların Perslere karşı başkaldırısı niteliğindeki Lade deniz savaşına Priene de 12 gemi ile katılmıştır. M.S. 2.yy’da kent önce Bergama Krallığının, sonra da Romalıların egemenliğini tanımak zorunda kalmıştır. Bizans çağında bir piskoposluk merkezi olan Priene, M.S. 13. yy’da yöreye intikal eden Türklerin eline geçmiştir. Kent gerek araştırmacı yabancı misyonlar, gerekse define avcıları tarafından soyulmuş, yörede yerleşik halkının da antik kentin taşlarını yapılaşmada kullanması neticesinde harap olmuştur.

[h=3][/h][h=3]Miletos[/h]
Antik çağın en önemli yerleşimlerinden biridir. Yapılan kazı çalışmalarında elde edilen bulgular, Milet’de ilk yerleşimin MÖ 3500 civarında, cilalı taş devrinde olduğunu göstermektedir. Mitolojik olarak Miletos adını, tanrı Apollon ile Girit Kralı Minos'un kızı Akakallis’in üç çocuğundan biri ve kentin kurucusu olan Kral Miletos’dan almaktadır. Kazılar süresince bulunan Girit seramikleri, Milet’in doğuya giden ticaret yolu üzerinde Giritliler tarafından kurulan bir liman olduğunun kanıtıdır. Ancak, kentin büyük bir denizcilik ve ticaret merkezi haline gelmesi, İonların yöreye intikal etmesi ile başlar. M.Ö. 7. ve 6. yy’ a gelindiğinde Miletoslular, Akdeniz, Karadeniz ve Marmara kıyılarında kurmuş oldukları 90'a yakın koloni sayesinde zenginleşmiş ve giderek İon dünyasının ticaret ve kültür başkenti haline gelmiştir. Plinius, Sinop, Trabzon ve Giresun’un da Miletoslular tarafından kurulan şehirler arasında olduğunu yazar.



Miletos aynı zamanda komşu Ephesos ile birlikte, antik dönemin en önemli felsefe merkezlerinden biridir. Zamanın düşünürlerinden Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros Miletos’un yetiştirdiği filozoflardır. Babil ve Mısır medeniyetlerinin sahip olduğu astronomi ve matematik bilgilerini ülkelerine taşımışlar, o güne dek doğadaki her olayı ayrı bir tanrının varlığına bağlayan mitolojinin ötesine geçerek, kendilerinden sonra gelecek olan akılcı felsefeye yönelişde ilk adımları atmışlardır. M.Ö. 494'de Milet önlerinde, Lade adası civarında Persler ile yapılan deniz savaşına 80 gemi ile katılan Milet burada tüm donanmasını yitirmiş, kent ile birlikte Apollon Tapınağı da Persler tarafından yakılıp yıkılmıştır. Bu bozgunun, Atina’da sahneye konan “Milet'in Düşüşü” adlı trajediye konu olduğu ve halkın derin bir yasa boğulmasına neden olduğu için de, yazarın senato tarafından cezalandırıldığı söylenir. Klasik dönemde önemi büyük ölçüde azalmış olmasına karşın Milet henüz ticaret, sanat ve bilim alanında bir merkez olmuş, Roma döneminde bağımsız bir kent olarak Asya Eyaleti’nin, yani Batı Anadolu'nun belli başlı metropollerinden biri sayılmıştır.



Türkler Ege kıyılarına geldiklerinde, Miletos Bizans sınırları içinde bir metropolit idi; Menteşe Beyliği döneminde Palatia(Balat) adını alan Milet, beyliğin başkenti ve henüz önemli bir liman kenti olarak varlığını sürdürürken, II. Murat’ın Menteşe Beyliği’ne son vermesi ile Osmanlı idaresine geçmiştir. Ancak, Büyük Menderes Nehri'nin zamanla denizi doldurması sonucu Latmos Körfezi çevresindeki Priene, Myus ve Herakleia gibi antik dönemin kıyı kentleriyle birlikte Miletos(Balat) da giderek coğrafi ve ticari önemini yitirmiştir. 16 Temmuz 1955’de meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki bir depremde Milet antik kenti üzerinde kurulu olan eski Balat yerle bir olmuş, Milet’in iki kilometre kadar ötesinde yeniden kurulmuştur. Bugün itibari ile Balat denizden 10 km içeride, Söke Ovasının ortasında kalmış küçük bir köydür; bir zamanlar antik Milet kentinin karşısında bulunan Lade Adası da ovanın ortasından yükselen bir tepeye dönüşmüştür.

[h=3][/h][h=3]Herakleia[/h]
Antik Latmos körfezi kıyısında yer alan Herakleia kentinin ilk adı da Latmos(Latmou) idi ve adını sırtını dayadığı, deniz seviyesinden 1300 metreye yükselen Latmos Dağı'ndan alıyordu. İlk yerleşimlerin Taş Devrinde İ.Ö. 6500 yıllarında olduğu sanılmaktadır. Herakleia Anadolu’nun yerel halkı olan Karlar ya da Lelegler tarafından kurulmuştur. Antik dönemde halk geçimini burada bulunan zengin mermer yataklarında çalışarak sağlamaktaydı. Milet kentinin bir çok yapısı gibi Didim Apollon Tapınağı'nın da buradan çıkarılan mermerler ile yapıldığı bilinmektedir.



Helenistik döneme kadar yöre Lidya’nın ve Persler’in etkisi altındaydı. M.Ö. 4.yy’a gelindiğinde kenti Karya satrabı Mousolos yönetiyordu, adını da “Herakleia ad Latmos” olarak değiştirmişti. Kimilerine göre ise kentin adı antik çağın önemli doğa filozofu ve Efes’li olduğu bilinen Herakleitos’un memleketi olmasından kaynaklanmaktaydı. Büyük İskender'in bölgeye intikali sonrasında, M.Ö. 3.yy'da Herakleia’nın yönetimi Pytolemaios sülalesinden Pleistarkhos’a verilmiş ve kentin yeniden kurulması sırasında harabeye dönen eski yerleşim alanı Nekropol olarak kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö.287'de kentin sur duvarlarının Lysimachos tarafından genişletilerek, uzunluğunun 6.5 km’ye ulaştığı, surların 65 kule ile takviye edilmiş olduğu bilinmektedir. Helen ve Roma dönemlerinde şehir giderek genişlemiş, Athena Tapınağı, Antik Tiyatro ve Agora yenilenmiş ve bugün Kapıkırı Köyü ile iç içe, halen ayakta durmaktadır; örneğin köy okulunun bahçesi antik kentin agorasıdır. Çok sayıda evin duvarında kent surlarının ve sütunlarının parçaları, tarlaların içinde antik yapı kalıntıları görülmektedir.



Büyük Menderes'in çağlar boyunca taşımış olduğu alüvyonlar M.S. 4.yy'da kentin denizle olan bağlantısını ve liman niteliğini tamamen yitirmesine neden olur; Latmos Körfezi'nin bu kısmı bugünkü Bafa Gölü’ne dönüşür ve kıyı kenti Herakleia ticari önemini kaybederek giderek sessizliğe bürünür.



Gerek Bafa Gölü üzerindeki adalarda, gerekse Hereklia'nın sırtını yasladığı Latmos dağlarında çok sayıda manastır bulunmaktadır. Bunlar da 8.yy'da Ortadoğu'yu istila eden Araplar’dan kaçarak buraya yerleşen Hristiyan keşişler tarafindan yapılmıştır. Günümüze kadar ayakta kalabilen başlıca örneklerden biri de Yediler Manastırı'dır. 13.yy'a kadar buralarda yaşayan keşişler Türkler’in Anadolu’ya gelmesinden sonra Patmos Adası'na göç etmişlerdir.

[h=3][/h][h=3]Antik çağın paraya düşen izleri[/h]

Koleksiyoncular için bir tutku, kentlerin tarihi açısından ise birer belgedir antik paralar. Herakleia adına Helen döneminde basılmış paralar olduğu biliniyordu. Ancak son dönemde elde edilen bulgular doğrultusunda Latmos adına da paraların basılmış olduğuna dair uzman tespitlerini görüyoruz.
Yanda görülen gümüş sikkeler üzerindeki Yunan alfabesinin lambda, alfa, tau, mu ve omikron harfleri sıralandığında Latmu ya da Latmous adına oldukça yakın bir ifade ortaya çıktığı görülmektedir.
 

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64
Kayaların dili

10 Mart 2012

Doğu Rodoplar Rumeli’nin taş bağrındadır. Kayalı bir coğrafyadır. İnsanları da mevcut sert kayalıklardan daha serttir. Bundan olacak ki ekmeğini taştan çıkaran insanlar olarak bilinirlerdi.

Adını kayadan alan pek çok köy ve yer adı vardır: Kayayanı, Kayabaşı, Kayaaltı, Kayacılar, Taşkıranlar, Kısıkkaya, Taşlıtarla, Aktaşlık, İnkaya vs.

Yaşam, yıllar yılı taş ile iç içe girmişti. Evler, samanlıklar, bahçe duvarları taştan yapılırdı. Evlerin dış duvar köşeleri için beyaz taş çıkarılır ve istenilen şekilde ve büyüklükte kesilip yontulup bu köşelere konurdu. Duvarların diğer kısımları siyah taştan yapılırdı. Çatılar da kapak kayası adı verilen taşlarla kapatılırdı. Kemerli köprüler, camiler ve göklere yükselen minareler hep taştan yapılırdı.

Her köy evinde bulunan un kayası(el değirmeni) sert beyaz taştan yapılır ve buğday, arpa, çavdar ve mısır öğütmek için kullanılırdı. Aynı taştan harman kayası da yapılırdı. Silindir şeklindeki bu alet harmanları düzlemek için kullanılırdı. Düzlenen harmanlarda buğday sapları yayılır ve düvenle buğday taneleri saplarından ayrılırdı. Büyük taşların içi oyularak hayvanların su ihtiyacı için su kapları yapılır ve çeşme ve pınarların kenarlarına dizilirdi. Akan su ile kendiliğinden dolan bu yalaklardan hayvanlar su içerdi.

Tarlaların köşesinde bulunan uygun kayalar geniş bir şekilde oyularak su tutan gölere daha asırlar önce çevrilmişti. Bu taştan su gölleri bazı yerlerde çiftçiler tarafından hala kullanıyorlar.

Köyümüzün yakınındaki bir kaya içi oyulmuştu ve buğday dövmek için özel dibeklere dönüştürülmüştü. Buğday hasattan sonra bu dibeklerde dökülür ve özel tokmaklarla keşkeklik buğdayı dövülürdü. Bu yer Dibek kayası diye anılırdı. Bu dibekler çoktan yosun tutmuş ve bir zamanlar ne için kullandıklarını bilen bile yok. Kim bilir, belki yıllar sonra birileri araştırıp kayalara oyulmuş gölleri ve dibekleri tarihin örtüsünü açarak gün ışığına çıkarırlar. Nitekim Mestanlı’nın 10 km. doğusunda bulunan Orfeus Tapınağı tarihin derinliklerine inilmesinin önemini bize bariz şekilde göstermektedir. Anlaşılıyor ki taş oymacılığı Doğu Rodoplarda çok eski bir uğraş. Kavimler gelip geçmiş yok olup gitmişler ama taş kesmek, yontmak oymak uğraş olarak devam ede gelmiş. Bu gerçeği Orfeus Tapınağı anlatan tanıtım yazısından okuyalım:

Tatul köyü yakınındaki bu tapınak Doğu Rodoplar’ın göbeğinde yerleşmiş en muhteşem ve mistik megalit anıtlardan biridir. Bu kompleks antik putperest tapınak ve orta asır kalesinden ibarettir. Yapılan kazılar tepede dini ritüellerin taş ve bakır devrinin sonunda (M.Ö.V-VI. asır) başlayıp bronz devrinde de devam ettiğini göstermektedir.O devirlerde insanlar tanrılara adaklarını doğrudan kayaların üstüne koyuyorlarmış.

M.Ö. XIX-X. asırlarda tapınakta ilk oyuklar açılmış. Kaya tepeye insan eliyle kesik bir piramit şekli verilip üstüne doğu-batı yönlü bir lahit oyulmuş. Yan tarafta, kayanın güney kısmında kemerli kubbe altında başka bir mezar oyulmuş. Kayada hediyeleri koymak için açılmış birçok basamak ve oyuk var.Batısında tam mezarların altında tapınağın mihrabı için dörtgen şeklinde oyulmuş yatak bulunan bir zemin oluşturulmuş.

Tepedeki ilk mimari faaliyetler M.Ö. IV-III. asırlarda başlamış. Kutsal yer çok büyük kaya bloklarından oluşan duvarlarla sarılır. Şu ana kadar doğu ve güney olmak üzere tapınağın iki giriş kapısı bulunmuştur.

Doğu giriş kapısı kayada oyulmuş basamaklarla başlayıp tapınağın içerisine götürüyor. Oradan dar bir koridor ve sekiz basamaklı tören merdiveni vasıtasıyla ana mihraba ulaşılıyor. Daha geç bir etapta kuzey tarafta büyük kaya bloklardan oluşan surların üstüne muhteşem bir mabet mozole kurulmuş.Böylece kült açık alanlardan yapının içerisine alınmıştır.

IV. asırda kuvvetli bir depremden sonra tapınağın faaliyeti aniden kesilmiş. Tapınak hariç tüm yapılar yıkılmış.

Hıristiyanlığın kabulünden sonra yıkıntıların üzerine bir feodal şatosu kurulmuş. Bu şato daha sonra XI . asırda ünlü ordu komutanı Georgi Paleolog’un mülkü olmuş. Burada ortaya çıkarılan kurşun mühürlerin hemen yarısı Paleologlar hanedanının kurucusuna aittir. Hayat burada bilinmeyen bir nedenle şatonun terk edildiği XII. asrın sonuna kadar sürmüş, ancak Tatul köyü yakınındaki tapınağın bin yıllık tarihi günümüze kadar korunmuştur.

Avrupa Birliği ve Bulgaristan Cumhuriyeti işbirliği ile gün yüzüne çıkarılan bu Tapınağa ilgi artmaya devam ediyor. Turistik listesine de alınan bu tarih eseri ziyaretçisiz kalmıyor. Yurt içinden olanlar gibi yurtdışından da gelenler var. Bu Tapınak yörenin kültür etkinlerine ev sahipliği yapıyor. Burada düzenlenen konserler ve ünlü sanatçılarla buluşmalar ziyaretçilerin çoğalmasını daha da artırıyor.

Tarihin bütünlüğünün sağlanması için yörede bulunan taştan tarım ve ev aletleri toplanıp Tapınağın etrafına sergilenmesi sağlanırsa bence kayaların dili geçmişin öykülerini daha geniş bir şekilde ziyaretçilere anlatacaktır.






 

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64




















Feray KESKİN




Powered By Feray KESKİN









Tarihte Değirmencilik





En eski tahıl öğütme aletleri öğütme taşı ve eyer taşıdır. Bunların günümüzdeki uzantıları, bulgur ve aşurelik buğday dövmede kullanılan dibek taşlarıdır.
Değirmencilik gıda maddeleri üreteminde tamamen otomatik üretime geçilen en eski tarımsal sanayi koludur. İnsanoğlunun ilk teknolojik aşamayı öğütme teknolojisinde gösterdiğini arkeolojik bulgulara dayanarak söylemek mümkündür. En eski tahıl öğütme araçları öğütme taşı ve eyer taşıdır. Bunların günümüzdeki uzantıları, bulgur ve aşurelik buğday dövmede kullanılan dibek taşlarıdır. Bunu dairesel dönme haretine sahip taş el değirmenleri izlemiştir. Daha sonraları Pompei Değirmeni denilen taş değirmenleri kullanılmaya başlanmıştır.






Taş El Değirmeni

El değirmeni ortası delik, kalınlığı az, iki silindirik taştan oluşur. Delikler ahşap bir mile geçer ve üstteki taş üzerine takılan kol, elle çevrilerek döndürülür. Eskiden kullanılan el değirmenleri yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur.

Çevirme esnasında üsteki taşın ortasındaki boşluktan ne öğütülecekse elle dökülür. Kolla birli, ikili ve hatta üçlü değirmen çevrilir. İki taşın arasından öğütülen şey öğütülmüş haliyle çıkar. Bu tip değirmenlerde genellikle pilavlık bulgur, içli köfte ve çiğ köfte bulguru, yarma, mercimek öğütülürdü. Öğütülmüş bulgurun unundan da lapa yapılırdı.





İlk çağın ünlü coğrafyacısı Strabon'un bildirdiğine göre Roma ve Yunanlılardan önce tarihte bilenen ilk su değirmeni M.Ö. 1. yy.'ın sonlarında Anadolu'nun kuzey kesimindeki (Karadeniz Bölğesi) Kabeira'da (Niksar-Tokat yakınları) Lycus (Kelkit) nehri üzerinde Mithridates (Pontus) Krallığınca inşaa edilmiştir. Bu şehir M.Ö. 63 yılında Romalılarca alınmış ve bu ilginç yapıya Roma askerleri oldukça ilgi göstermişlerdir. Su değirmenleri hakkındaki ilk teknik bilgiler, ülnü Romalı askeri mühendis (fabri) Vitruvius (M.Ö. 1. yy sonları) tarafından latince yazılan De Architectura adıl eserin 10. bölümünde verilmiştir. Romalılar tarihin bilinen bazalt-kum taşlı ilk su değirmenlerinin dünyaya yılımasına öncülük yapmışlar ve bu nedenel devletleri "Buğday imparatorluğu" olarak anılmıştı. Böylece suyun sahip olduğu hidoluk enerji un değirmenciliğine uygulanmaya başlandı. İslam Medeniyeti eski Roma'nın hakim olduğu topraklar üzerinde gelişti.










Dibek





İslami Tarım Devrimi veya Yeşil Devrim


İslam dünyasında tarımsal tekniklerin çağına göre oldukça ileri düzeyde olması, çeşitli tarihçilerin ortaya koyduğu gibi adeta İslami tarım devriminin (The Islamic (Arab) Agricututarl (Green) Revulation) oluşmasını sağlamış ve buna paralel olarak buğday üretimi olağan üstü miktarda artmıştı. Ortaçağda Avrupa'da buğday üretiminin yerini, çavdar üretimine bırakması ve rönesansa kadar sadece çavdar ekmeği tüketilmesi oldukça ilginçtir. Tarım üzerine İslam dünyasında yazılmış ilk eser olarak bilinen İbn-i Vahşiyye'nin ünlü kitabı (903 yılında yazıldı) Kitab'ül felah'ün Nebtıyye (Nebt Kavminin Çiftçiliği) de değirmencilik yönünden öğütme netileklerine göre buğdaylar hakkında bilgiler vermiştir.
Değirmen Taşlarının Üretimi ve El Değirmenleri

Değirmenlerde buğdayı un haline getirmede kullanılan taşlar Yukarı Mezopotamya'da (Amid-Diyarbakır'daki sert bazalt taşlarından) ve Kuzey Afrika'ka ki yakın zamana kadar da İran'da Khollar bölgesinde yıpılırlardı. Un değirmenlerinin en eski ve ilkel tipi olan ev değirmenelir ise, hareketini insan kolu gücünden alan alttaki sabit olmak üzere üst üste konmuş 50 cm çapındaki kırıcı öğütücü özellikteki iki taş arasına buğdaylar konulmak zureti ile öğütme yapan bir el aletidir. Bunlar genellikle köylerdeki evlerde kullanılırda. Hz. Peygamberin de "Aleyhisselam" bu tip el değirmeni kullandığı siyer ve hadis kitaplarında nakledilmektedir.
Hayvanların da tahıl öğütmede değirmenlerde enerji kaynağı olarak kullanıldığı -özellikler eşşek ve katırlar- bildirilmektedir. Bununla ilgili olarak Harran'da yapılan kazılarda arkeolojik veriler bulunmuştur. Un ve irmik eldesinde Müslüman dünyasında hayli yüksek değirmencilik teknikleri geliştirildi. Değirmenlerin tesis edilmesi ve onlardan elde edilen ürünlerin tanımları için özenle hazırlanmış teknik terminoloji de teşkil edildi.
Osmanlı Döneminde Değirmencilik

Osmanlılar döneminde de değirmencilik özel bir öneme haizdi ve uygulanan teknoloji de genel hatlar olarak klasik ortaçağ İslam tenolojisi idi. Osmanlı Devleti'ne Tahrir Defterleri'nde bütün eyaletlerin yerleşim birimleri için değirmen sayıları ve kapasiteleri (taş adedi gibi) Asiyab (su değirmeni) adı altanda kadedilmiştir. Osmanlı döneminde kullanılan sistemler hakkında bir kayda rastlanmamakla birlikte, İstanbul'da Beykoz dolaylarında değirmenlerin mevcut olduğu bilinmektedir. Değrimen taşlarının gayet ince öğütme yapabildiği un çeşitlerinden anlaşılmaktadır. Örneğin has un, kepekli un, simit unu gibi. Buradan öğütülen unların elek sisteminden geçirilerek kepeğin unun randımanına göre ayrıldığı görülmektedir. Yel değirmenleri de Osmanlı dönemenide mevcuttu. Örneğin İstanbul Kadıköy'de Yel Değirmeni Semtinin adını oradaki çok sayıdaki değirmenden aldığı tarih kaynaklarında belirtilmektedir. Osmanlı develtinde de Ortaçağ İslam devletlerinde olduğu gibi değirmenlerin kontrolü Muhtesi'lerce yapılırdı. İhtisab aynı zamanda dini bir görev idi. Osmanlı İhtisab kanunnamelerinde değirmenciler ile ilgili hükümlere rastlanmılmaktadır (taşların zamanda ve ince bilenmesi, arpa ile buğdayın karıştırılmaması, değirmencilerin tavuk-horoz beslememelir, temizliğe dikkat edilmesi gibi) çünkü ekmek Osmanlı kültüründe Nân-ı Aziz olarak bilinirdi. Evliya Çelebi değirmenci honcasının özel günlerinde, bazı özel aparatlarla (hareketini tekerlerinden alan seyyar araba değirmenlerle) geçit resmi yaptıklarını Seyahatnamesinde kaydetmektedir. Doğu Anadolu'da 19.yy'da yaşamış olan büyük Veli Seyyid Taha el-Hakkari Hazretleri Şemdinli'nin Nehri beldesinde son derece orjinal özellikte olan bir su değirmenin bizzat kendisi tasarlamış, yapmış ve çalıştırmıştır.
Sonuç

Su ve rüzgarın teknolojik alanda enerji gücü olorak kullanılmaya başlanmasının ilk örnekleri tahılların öğütülmesinde, un değirmenciliğinde olmuştur. Değirmenler insan gücü yerine başka eneji gücü kullanımının ilk örnekleridir. Ortaçağda su ve rüzgürın gücü mekanik dişliler ile dizginlenmiş ve ilk endüstriyel devrim gerçekleştirilmiştir. Bu endüstriyel devrimin öncüleride değirmenciler olmuştur. Ortaçağ İslam dünyasındaki teknolojik ilerlemeler değirmenciliği motive etmiş, Haçlı Seferleri sonrasında 12-13. yy. arasında Avrupa'da değirmenciliğe bağlı olarak bir endüstriyel devrim yaşanmıştır.




























 

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64

timur964

konularim
Katılım
9 Eyl 2016
Mesajlar
5,333
Tepkime puanı
1,211
Puanları
18
Yaş
60
Konum
Aydın Didim
ustam eline sağlık beş parmak tekerlek tepe denince tüylerim diken diken oluyor
 

İndiana jones

Editör
Katılım
15 Mar 2017
Mesajlar
528
Tepkime puanı
60
Puanları
8
[FONT=&quot][h=1]Balıkesir’de Pers Kralı’nın Bahar Kutlamalarını Anlatan 2 Bin Yıllık Tabak Ele Geçirildi[/h]
2237


[/FONT]

[FONT=&quot]
Balıkesir İl Jandarma Komutanlığı timlerinin düzenlediği tarihi eser operasyonunda Pers Kralı’nın bahar kutlamalarını anlatan figürlerle süslenmiş 2 bin yıllık tabak ele geçirildi
Balıkesir’in Bandırma ilçesinde jandarma timlerinin düzenlediği operasyonda 105 parça tarihi eser ele geçirildi. Olayla ilgili 2 şüpheli gözaltına alınırken, eserlerin arasından Pers dönemine ait bir tabak çıktı. En az 2 bin yıllık olduğu tahmin edilen tabağın işlemelerinde ise, Pers Kralı’nın bahar kutlamaları anlatılıyor.

Bandırma Müze Müdürlüğü’ne teslim edilen tabağın 2 milyon liraya satılmaya çalışıldığı iddia edildi.


[/FONT]
Pers değil usta bu gürcülere ait tabaka
 

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64
[FONT=&quot]Kale asırlarca sığınak, mesken ve zindan olarak kullanılmış ve içerisinde tabii mağaralar da bulunmakta. Bu kale Karamanoğullarının ilk kalesi olma özelliğini taşımış. Ermenek'in kuzeyini baştanbaşa kaplayan büyük kayanın orta kısmında yer alır. Ermenek Kalesinin hemen altında bulunan Meraspolis (Meraspulla) Mağarasınınİki giriş kapısı vardır. Mağarada bulunan yeraltı nehri şehrin ve civar kasabaların içme suyunu karşılamaktadır. Ayrıca uzun süre Ermenek’ e ve bağlı köylerin elektrik ihtiyacını karşılamış olan hidroelektrik santralini çalıştıran suda bu mağaradan çıkmıştır. Dikkatinizi çekerim dünyanın üç büyük mağarasından biri size yukarıda bahsettiğim Meraspolis mağarasıdır.[/FONT]
[FONT=&quot]
[/FONT]

[FONT=&quot]
[/FONT]​
[FONT=&quot] [/FONT]
 

nik

Süper Moderatör
Süper Moderatör
Katılım
22 Şub 2015
Mesajlar
2,463
Tepkime puanı
1,456
Puanları
17
Yaş
64
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst